Hüccetül İslam Dr. Muhammed Hadi Mufettih
Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz. Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu,nefislerimizin munisi günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz.Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mucadele ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun.
BELQİSİN SULEYMANIN MEKTUBU HAKKINDA DANIŞMANLARIYLA KONUŞMASI
Kur’anı Kerim HZ Suleymanın mektubunun alınmasından sonra, Saba kraliçesinin konuyu danışmanlarıyla masaya yatırdığını. Askeri ve siyasi danışmanların savaş için yeterince güçlerinin bulunduğunu ve suleymanla yapılacak bir savaşta kesinlikle zafere ulaşacaklarını ve bundan dolayı Suleymandan korkulmaması gerektiğini, ancak son kararın kraliçenin kendisi tarafından alınması gerektiğini ve nihai sorumluluğun kendisine ait olduğunu vurguladılarını haber vermektedir
Kur’an yapılan istişareyi kısa bir şekilde şöyle özetlemektedir.
- قَالَتْ يَٓا اَيُّهَا الْمَلَؤُ۬ا اَفْتُونٖي فٖٓي اَمْرٖيۚ مَا كُنْتُ قَاطِعَةً اَمْراً حَتّٰى تَشْهَدُونِ
- قَالُوا نَحْنُ اُو۬لُوا قُوَّةٍ وَاُو۬لُوا بَأْسٍ شَدٖيدٍ وَالْاَمْرُ اِلَيْكِ فَانْظُرٖي مَاذَا تَأْمُرٖينَ
- قَالَتْ اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُٓوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَٓا اَذِلَّةًۚ وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ
Kraliçe şöyle dedi: “Efendiler! İçinde bulunduğum durum hakkında bana görüşünüzü açıklayın. Sizin görüşünüzü almadan asla bir işe kesin karar vermem.”
Şu cevabı verdiler: “Biz güçlüyüz, zorlu savaşçılarız, yine de yetki senindir; artık ne buyuracağını sen düşün.”
Kraliçe şöyle dedi: “Krallar bir ülkeye girdiler mi, oranın altını üstüne getirirler ve halkının ulularını aşağılanmış duruma düşürürler. Bunlar da öyle yapacaklardır.
Süleyman aleyhisselâmın mektubunu alan melike devlet ileri gelenlerini toplayarak mektubun içeriği hakkında bilgi vermiş, ne yapmaları gerektiği konusunda kendileriyle istişarede bulunmuştur. Danışmanları ülkenin savaş gücü hakkında bilgi verdikten sonra nihaî kararın kraliçeye ait olduğunu ifade etmişlerdir. Kraliçe, savaşın başarısızlıkla neticelenmesi durumunda düşman istilâsının kötü sonuçlarını anlatarak meseleyi barış yoluyla çözmenin daha uygun olacağını ifade etmiş, barıştan yana olduğunu göstermiştir.
قَالَتْ اِنَّ الْمُلُوكَ اِذَا دَخَلُوا قَرْيَةً اَفْسَدُوهَا وَجَعَلُٓوا اَعِزَّةَ اَهْلِهَٓا اَذِلَّةًۚ وَكَذٰلِكَ يَفْعَلُونَ
Melike dedi ki: “Gerçek şu ki, hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman oranın düzenini altüst ederler; halkının onurlu ve şerefli insanlarını zelil hâle getiriler. Herhalde bunlar da böyle yapacaklardır.”
Belkis burada devlet erkânının görüşlerine müracaat etmekte, hâdise hakkındaki fikirlerini istemekte ve durum değerlendirmesi yapıp ortak bir kanaat ortaya çıkarmalarını beklemektedir:
Şimdiye kadar ki verdiği emirlerde ve yaptığı işlerde onları yanına almadan hiçbir işi kestirip atmamış, şimdiye kadar devlet işlerinin hiçbirinde keyfi bir yönetimde bulunmamış, onların fikrini dinlemeden hiçbirini kendiliğinden yürürlüğe koymamış, her ne emir vermişse onların huzurunda ve görüşlerini alarak vermişti. Onun için bu mektup işinde de onların fikir ve fetvalarıyla kuvvet almak istediğini belirtti. Demek ki, Belkis’in devlet işlerini istişâre için huzurunda toplanan maruf bir topluluk vardı. Ayrıca söz konusu ifadeler, krallıkla yönetilmesine rağmen Sebe’lilerdeki idâre şeklinin tam bir diktatörlük olmadığını, aksine zamanın hükümdarının mühim işlerde, devlet erkânıyla istişare ettikten sonra karar verdiğini göstermektedir.
Burada tüm işlerin, bunlar arasında devlet işlerinin de istişâreyle yapılmasının önemine dikkat çekilir. Nitekim Allah Teâlâ Peygamber (s.a.s.)’e: “Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et!” (Âl-i İmran 3/159) diye emir vermiştir. Yine Cenâb-ı Hak, fazilet sahibi kullarını överken: “Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler” (Şûrâ 42/38) buyurur.
Belkıs’ın istişârede bulunduğu ileri gelenler, “Biz güçlü, kuvvetli ve oldukça savaşçı bir milletiz” (Neml 27/33) diyerek teslim olmamak için savaşmak lâzım geleceğini düşünerek güç ve kuvvetlerini yeterli olduğunu ve gerektiğinde şiddetli bir şekilde savaşabileceklerini belirtmişlerdir. Bununla beraber açıkça “Savaşmalıyız” demiyorlar; doğrusu kraliçenin emrine karışmayı da pek uygun bulmuyorlar. Âdeta savaş olmadan bir çare bulunabildiği takdirde sürûr duyacaklarını hissettirir bir şekilde kararı ehline teslim ederek ve siyasî bir taktik göstererek sözü şöyle bitiriyorlar: “Bununla birlikte karar verme yetkisi senindir, senin sorumluluğunda olan bir vazifedir. Ne emredeceğini sen düşün ve karar ver. Savaş mı yaparsın, yoksa barışa bir yol mu bulursun? Bu senin bileceğin bir durumdur. Hangi kararı verirsen ver, biz onu yapmaya hazırız. ”
Belqis, beyân edilen fikir ve kanaatlerin kendi düşüncesi çerçevesinde ortaya çıktığını gördü. Bu kez kadınlığın getirdiği savaş ve yıkıcılığa aykırı fıtrî bir temâyülle harp ihtimâlini bir tarafa bırakmak üzere sözüne devam etti. Kralların savaşarak bir memlekete girdiklerinde oranın düzenini bozup perişan ettiklerini, halkının izzet ve şeref sahibi olanlarını hor ve hakir hale getirdiklerini; öldürme, esaret, sürgün, hapis ve benzeri çeşitli zillet, hakaret ve kötülüklere düşürdüklerini hatırlattı. Kralların tarihine baktığımızda hep girdikleri yerleri yakmış, ve halkını zelil ve perişan kılmışlardır. Bu duruma vakıf olan Kraliçe, kralların hep bu şekilde davranacaklarını hatırlatarak, kralların aygınlıklarına dikkatleri çekiyor. Mektubunda “bana karşı baş kaldırmayın” ikazında bulunan Hz. Süleyman’ın da böyle yapma ihtimalinin uzak olmadığını imâ etti. Böylece ileri gelenlerin gönüllerinde az da olsa bulunması muhtemel savaşma meylini tamamen ortadan kaldırdı.
Kuran ayetlerinden anlaşılan şu ki; güç, kuvvet iktidar beraberinde isyan. tuğyan ve azgınlığı getirir. Sadece hükumet gücü değil her türlü güç ve zenginlik azgınlık ve taşkınlık sebebi olabilir. Konuyla ilgili olarak Alaq suresi 6 ve 7. Ayetlerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
- كَلَّٓا اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىؕ
﴿٧﴾
Hayır! Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli gördüğü için çizgiyi aşar.
Burada ifade edilen evrensel gerçek, hangi devirde olursa olsun insanın hayat mücadelesinde Allah’ı unutup yalnız kendine güvenmesi, her durumda kendisini yeterli görüp Allah’ın yardım ve tevfikinden kendisini müstağni saymasıdır. Kur’an, Câhiliye putperestleri örneğinde, Allah’a karşı bu küstah tavrı çeşitli vesilelerle eleştirmektedir.
“Gerçek şu ki” diye çevirdiğimiz kellâ kelimesi olumsuzluk edatı olup devamında kendisinden sonra anlatılanların aslında olmaması gerektiğini ifade eder. Bu bağlamda, zenginliğine güvenerek şımaran ve kendini kendine yeterli görerek nankörlük eden, azgınlaşıp hakka sırt çeviren insanın böyle yapmaması gerektiğini vurgular. Zira gerçekte insan zayıf ve muhtaç bir varlıktır; sağlık, huzur, sükûn ve emniyet içerisinde hayatını devam ettirebilmesi için öncelikle Allah’a ve kendisinin de üyesi bulunduğu toplumun diğer fertlerine ihtiyacı vardır. İnsanların ellerinde bulunan bütün imkânların gerçek sahibi ise kendileri değil, onu yaratan ve istediği anda ellerinden alma gücüne sahip olan Allah Teâlâ’dır. Buna rağmen insanın sahip olduklarına aldanıp şımararak Allah’a itaatten uzaklaşması, kendini kendine yeterli ve başkalarından üstün görmesi, kaderinin kendi elinde olduğunu iddia etmesi vb. küstahça tutumları bilgi, iman ve basiret eksikliğinden kaynaklandığı için Allah tarafından kınanmıştır.
İmam Ali konuyla ilgili olarak Nehcu’l Belağede şöyle buyurmaktadır: Bir kimse emir ve buyruklarının başkaları tarafından kabul edilip uygulandığını görürse azgınlık ve boygunculuğa kapılabilir.
لَا تَقُولَنَّ إِنِّي مُؤَمَّرٌ آمُرُ فَأُطَاعُ فَإِنَّ ذَلِكَ إِدْغَالٌ فِي الْقَلْبِ وَ مَنْهَكَةٌ لِلدِّينِ وَ تَقَرُّبٌ مِنَ الْغِيَر
“Deme ki; ben emiriniz, yöneticiniz olmuşum benim emirlerimi dinlemek zorundasınız. Çünkü böylesi bir düşünce insanın kalbinin bozulması ve dininin gevşemesi ve nimetlerin yok olma zamanının yaklaşmasına sebep olur.”
İmam Alinin bu beyanından anlıyoruz k; güç zehirlemesi yaşıyan tüm insanların kalbi bozulma ve dini gevşeme yaşamasına sebep olur. Bu ifadadeden şunu da anlıyoruz. Yöneticiler insanlardan kayıtsız şartsız bir itaat beklememelidir. Çünkü böylesi bir beklenti kişinin dünya ve ahiretinin harab olmasına yol açabilir. İnsan güç ve kuvvetini her türlü fesat ve bozgunculuktan takva vasıtasıyla muhafaza edip kendisini kontrol edebilir.
Gazneli Sultan Mahmudun hizmetçisi Ayazın hayatındaki bir olay bu bağlamda büyük bir önem arzetmektedir.
Gazneli Mahmud”un has hizmetçisi Ayaz (Eyaz) saraya geldiği gün, üstündeki posttan yapılmış eski elbisesiyle çarığını bir odaya asmıştı, o günleri unutmamak için onları muhafaza ediyordu. Odanın kapısını kilitlemişti, kimseyi oraya sokmazdı. Ayaz her gün bu odaya gelir, bir süre oturur ve kendi kendine: “Sakın büyüklük taslamaya kalkışma, işte çarığın, işte posttan elbisen!” derdi.
Hükümdar kendisini çok severdi. Düşmanları, onun pâdişaha olan yakınlığını kıskanırdı. Ayaz”ın bu odada bir hazine sakladığını, altın ve gümüş torbalarını biriktirdiğini sanarak, onu gözden düşürmek için Sultan Mahmut”a şikâyet ettiler:
-Siz bu kadar çok değer veriyor, bu kadar ikramda bulunuyorsunuz. O ise sizden çaldığı altınları ve gümüşleri bir odaya saklamış, oraya kimseyi sokmuyor! dediler.
Pâdişah bunu söyleyenlere dedi ki:
-Gece yarısından sonra o odanın kilidini açarak içeriye girin,; oradaki altınları, gümüş ve mücevherleri size bağışladım. Bir şartla ki, neler bulduğunuzu gelip bana anlatacaksınız.
Kıskanç adamlar sevinerek pâdişahın huzurundan ayrıldılar. Sabırsızlıkla beklemeye başladılar. Gece yarısı olunca kapının kilidini kırarak odaya daldılar. Fakat o ne. Odada bir çift çarıktan ve eski bir giysiden başka bir şey yoktu!. Belki altınları yere gömmüştür diye odanın içini kazmaya başladılar. Fakat hiçbir şey bulamayarak, yaptıklarından ve söylediklerinden pişman bir şekilde hükümdarın huzuruna varıp, gördüklerini olduğu gibi anlattılar. Af dilediler. (Mesnevî, C. V, beyit: 1857 vd.) Belqis:
- وَاِنّٖي مُرْسِلَةٌ اِلَيْهِمْ بِهَدِيَّةٍ فَنَاظِرَةٌ بِمَ يَرْجِعُ الْمُرْسَلُونَ
- Ben bunlara bir hediye göndereceğim, sonra bakacağım elçiler ne ile dönecekler?”
Savaştan mümkün olduğu kadar sakınmak ve memleketi düşman istilâsına uğratmaya sebebiyet vermemek gerektiği düşüncesini iyice tebellür ettirmiş oldu. Elçileriyle hediye gönderme kararı ise bu düşüncesinin son hamlesi oldu. Gönderdiği hediyeyle Hz. Süleyman’ın gerçek durumunu yoklayacak ve ona göre hareket edecekti. Eğer Süleyman (a.s.) bu hediyeleri kabul ederse, bu onun dünyalık peşinde olduğunu ve barış için dünyevî vasıtaların fayda verebileceğini anlayacaktı. Yok eğer kabule yanaşmazsa o zaman bunun akideyle alakalı ulvî bir dâva olduğunu bilecek; hiç bir malın, hatta yeryüzündeki en değerli şeylerin bile onu durduramayacağını anlayacak ve teslim olacaktı.