نماز جمعه

Muttakilerin Özellikleri (31)

Hamburg İslam Merkezi Başkanı ve İmamı

Hüccetül İslam Dr. Muhammed Hadi Müfettih

Konu: Muttakilerin 28 Fazileti: İmanda yakin

Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmeyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz, Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalplerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçisi ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz. Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mücadele ve dava arkadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm Müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun

Muttakilerin bir diğer özelliği ise imanda yakin sahibi, olmalarıdır

وَ إِیماناً فِی یَقِینٍ

İman İslamdan daha üstün bir mertebedir. Şehadet kelimesini getirmekle kişi İslam dairesine girmekte ve İslami ahkam ve hukuk ile kendisine muamele edilir. Ancak her müslüman mümin değildir. Hucurat suresi 14. Ayeti kerimeden itibaren 18 ayete kadar ki pasajda konuyla ilgili olarak Yüce Mavla şöyle buyurmaktadır.

قَالَتِ الْاَعْرَابُ اٰمَنَّاۜ قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلٰكِنْ قُولُٓوا اَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْا۪يمَانُ ف۪ي قُلُوبِكُمْۜ وَاِنْ تُط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ اَعْمَالِكُمْ شَيْـٔاًۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ

قُلْ اَتُعَلِّمُونَ اللّٰهَ بِد۪ينِكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ

يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُواۜ قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ اِسْلَامَكُمْۚ بَلِ اللّٰهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰيكُمْ لِلْا۪يمَانِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ

اِنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَاللّٰهُ بَص۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

Bedevîler, “İman ettik” dediler. Şunu söyle: “Henüz iman gönüllerinize yerleşmediğine göre, sadece boyun eğdiniz. Bununla beraber Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptığınız hiçbir şeyi boşa çıkarmaz; Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.”

Müminler ancak, Allah’a ve resulüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İçleri dışları bir olanlar işte bunlardır.

Allah göklerde ve yerde olanları bildiği halde Allah’a dininizi öğretmeye mi kalkışıyorsunuz! Allah her şeyi bilmektedir.

Boyun eğmelerini sana bir iyilik yapmış gibi gösteriyorlar. Onlara şöyle de: “Teslim olmanızı bana yapılmış bir iyilik saymayın! Eğer dürüst olacaksanız, asıl Allah sizin için iman yolunu açarak O size lutufta bulunmuştur.”

Allah göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Yerleşim bölgeleri dışında göçebe olarak yaşayan Arap kabileleri Hz. Peygamber’e geliyor, sosyal yardımlardan pay almak için kendisine boyun eğiyor, teslim oluyorlardı. Bu davranışlarını iman etmiş olmak için yeterli saymaları, kendilerini mümin olarak göstermeleri üzerine bu âyetler gelmiştir.

Günlük dilde ve terim olarak İslâm, Hz. Muhammed’e vahiy yoluyla bildirilen dinin adıdır. Bu dine iman eden ve gereğini yerine getirmeye çalışan kimselere de müslüman denir. Ancak İslâm kelimesinin sözlük mânasında “boyun eğmek, teslim olmak” da vardır. Bedevîlerin yaptığı da İslâm’ın bu sözlük mânasını gerçekleştirmekten ibaret idi. Çünkü 15. âyeti de göz önüne aldığımızda bir kimsenin gerçekten iman etmiş olabilmesi için kendisinde şu inanç ve davranışların gerçekleşmiş olması gerekmektedir: 1. İslâm’ın taleplerini yerine getirirken bunların Allah ve Resulünün emirleri olduğuna, Allah’tan geldiğine, O’nun emirlerine itaat etmenin insana, dünya ve âhiret mutluluğunu sağlayacağına kalbi ile de iman etmiş, inanmış olmak. 2. Bu inancında asla şüpheye düşmemek, aklı ve duygularıyla ikna olmuş, bu inanca bağlanmış bulunmak. 3. İslâm’ı ve müslümanları korumak, dininin güçlenmesi için malını ve gerektiğinde canını vererek çalışmak, çabalamak, olanca gücünü harcamak. Bağlamdan anlaşıldığına göre Biz de müminiz, inandık diyen bedevîler henüz cihad ile sınanmış ve imanlarını ispat etmiş değillerdi. İmanlarının kalplerine yerleşmiş olmadığı hükmüne gelince, bunu ancak Allah bilirdi ve peygamberine böyle olduğunu bildiriyordu. Şayet Allah bildirmeseydi, peygamber dahil herkesin, Ben müminim” deyip emirlere itaat edenleri gerçekten ve kalpten inanmış saymaları, böyle bilmeleri gerekecekti. 

Bedevîlerin Hz. Peygamber’e teslim olmalarına, onun yanında yer almalarına iki yönden bakılabilir: a) Müminlere düşman olmak yerine dost olup destek sağlamak; b) Ganimetten, sosyal yardımlardan yararlanmak, daha da önemlisi müslümanlar arasında yaşayarak gerçek ve kâmil mânada imana kavuşmak. Bu âyetler geldiği dönemde müslümanların bedevî desteğine ihtiyaçları kalmamıştı; halbuki onların hem maddî yardıma hem de hidayete, doğru ve kurtarıcı bir hayat yolunun kılavuzuna ihtiyaçları vardı. Teslim olmalarının, itaat etmelerinin karşılığını eksiksiz olarak aldılar, Hz. Peygamber ve ashabı tarafından eğitilerek hem medenîleştiler hem de birçoğunun gönlüne iman yerleşti. Şu halde ortada sözü edilecek bir iyilik, bir lutuf varsa bu, onların teslim (İslâm) olmaları değil, bu sayede elde ettikleri idi; bundan dolayı asıl minnettar olması gerekenler kendileriydi.


Dediğimiz gibi İslam zahiri ikrardan ibarettir. Ancak İman kalpte yer alan ve akılda düğümlenen hakikattir. İman insana emniyet ve güven bağışlamalı, gönle huzur ve sükunet kazandırmalı. İman insanı olup bitenler ve gelecek hususunda her türlü kaygı, kurgu, korku, şüphe, ıstırap, vesvese ve tedirginlikten korur. Varlığın kaynağına kalben iman eden ve varlıkta gerçek müessirin o olduğuna, O‘nun izni olmadan hiç bir şeyi vuku bulamayacağına iman eden kimse rahat, sakin ve huzurludur, tam bir güvence içerisindedir.

İmanda Yakînin Anlamı

Bakara Suresinin ilk ayetlerinde, Kur’an’ın hidayet rehberliğinden hakkınca yararlanabilecek olan muttakilerin iman ve amele dair temel vasıfları sayıldıktan sonra, 5. ayette “Onlar ahirete yakînen iman ederler.” deniyor.

Yakîn terimi, gaybe imanın iyice oturması, pekişmesi, adeta bilinçaltına işlemesi anlamında; Bakara Suresi 5. ayet ile Tekasür Suresinde olduğu gibi, daha ziyade ahirete imanla alakalı olarak kullanılmakta olup, Türkçe kanaat kelimesi de aynı kökten gelmekte ve benzer bir anlam ifade etmektedir.

Yakîn teriminin daha ziyade ahirete imanla alakalı olarak kullanılmasının sebebi şudur: Araf Suresi 172-173. ayetlerde açıklandığı üzere, Allah bilinci her insanın fıtratına işlenmiş olup, (bazıları ne kadar aksini iddia etse de) gerçek anlamda ateizm (Allah’ı tamamen yok sayma) asla söz konusu olamaz. Daha ziyade deizm (Allah vardır ama nasıl olduğu bilinemez, peygamber ve kitap göndermemiştir, Allah’ın insanlara özel bir ilgisi yoktur, ahiret yoktur vs.) ve şirk (ilahlığında Allah’a ortak koşma) sorunu söz konusudur.

Esas Sorun Ahirete Yakînen İman Edebilmekte

Nitekim Allah’ı hemen hemen bizler gibi bilen Mekke müşriklerinin de ahirete iman sorunları vardı. Allah’a inanmakla beraber şirk koşmakta; ahireti ya inkâr etmekte (Casiye, 24) ya da varsa bile şefaat, fidye, dostluk yoluyla paçayı sıyırma (Kehf, 36) hesapları yapmaktaydılar.

Ahirete yakînen iman, ahiret azabından sakınma anlamına gelen takvanın sebebidir. Yani kişi ahirete ne derecede yakînen iman ediyorsa, takvası da o derece sağlam olur ki, Tekasür Suresinde bu hususa işaret edilmektedir. Ahirete yakîni bir iman yoksa takva da yoktur, var görünüyorsa bu sadece görüntüden ibaret bir yanılgı olup, Maun Suresinde buna işaret edilmektedir.

Tevhide imanın içselleştirilmesi yukarıda açıkladığımız fıtri sebeple kolaydır ve kişinin hayatında ciddi bir değişimi icbar etmez. Oysa ahirete iman kişinin hayatının kökten ve mutlaka değişmesini zorunlu kıldığından, hem kabullenmek (iman etmek) hem de içselleştirmek (yakîni artırmak) o derece zordur.

Bu nedenledir ki, Mekke müşriklerinin itirazları tevhidden daha ziyade ahirete karşı olmuştur ki, eğer ahiretiz bir tevhid teklif edilseydi, muhtemelen bu derecede itirazları söz konusu olmayacaktı. Çünkü hayatlarında teorik kabullerin dışında pek değişime gerek duyulmayacaktı.

Müslümanım Diyen Herkes Müslümandır Ama…

 Hatırladığımız üzere, Kur’an’ın ilgili ayetleri ve Peygamberimizin uygulaması gereği, kelime-i şehadet getiren herkes mümin ve müslim, yani iman etmiş ve Müslüman kabul edilmektedir. Lakin uygulamada Müslümandan Müslümana yerle gök kadar farklar olduğu da bir vakıadır.

Aslında iman etmediği halde sosyal ve siyasi nedenlerle Müslüman görünen münafıklar bir yana, Enfal Suresi 1’den 4’e kadar olan ayetlerde de işaret edildiği üzere, kendini samimi olarak Müslüman kabul edenler arasında da (kaçınılmaz olarak); gerek iman ve İslam’ın kapsadığı konuları doğru anlama, gerek bunların hayata aktarılması, gerekse imanda içtenlik ve yakîn ile İslam’ı yaşamadaki ihlas ve samimiyet farklılıkları gündeme gelmektedir.

İmanın dereceleri vardır. İmanların birçoğu yüzeyseldir. Köklü ve derin değildir. Yakini değildir. Yakin ehli oldukça azdır. Rivayetlerde: Yakin, Allah’ın insanlar arasında en az taksim ettiği nimetlerdendir. Deniliyor. Dolayısıyla iman ehli olduğu halde kişinin küfre kayıp imandan uzaklaşması mümkündür ancak yakin ehli böyle değildir. Kur’anı Kerim Nisa suresi 137. Ayeti kerimede bu hususta şöyle diyor:

اِنَّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ اٰمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْراً لَمْ يَكُنِ اللّٰهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَب۪يلاًۜ

İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak ne de onları doğru yola iletecektir.

İslâm tarihinin ilk döneminde iman ile inkâr arasında gidip gelenler, bunu kötü maksatla yapanlar veya iman henüz yeterince kafalarına ve gönüllerine yerleşmemiş bulunduğu için böyle hareket edenler olduğu gibi tarihin başka devirlerinde de benzeri durumlara rastlanmıştır. Önemli ve muteber olan son durumdur; insanlar sonunda imana karar verir, bunda yakin hasıl edip sebat ederlerse kurtulurlar, daha önceki inkârları da bağışlanır. Çünkü “İman, kendisinden önceki sayfayı siler, inanç bakımından sabıka kaydını ortadan kaldırır” Sonu inkâr olan ve bu halde ölenler (inkârlarını arttıranlar) bağışlanmazlar, inkârcıların doğru yolda oldukları da iddia edilemez. İnkâr ile –iman bakımından– doğru yolda olmak çelişkilidir, ikisi bir arada bulunamaz.

Kişilerin imanlarındaki derece farklılığı, amel ve davranışalara farklı şekillerde yansır. Dolayısıyla bütün müslümanlardan aynı amelleri bekleyemeyiz. Çünkü imanın farklı dereceleri vardır. Bu farklılık tabiki amele de yansır. Yakin sahibi takva ehline gelince, sağlam ve sarsılmaz köklü bir imana sahip olduklarından dolayı, amelleri de sağlam ve ciddidir. Yakini iman beraberina azim, kararlılık ve cesaret getirir. Yakin ehl-i Allahtan başka kimseden korkmaz. Amelinde hiç bir kuşku ve tedirginliğe mahal bırakmaz. Kaygı ve üzüntü onlar için söz konusu değildir. Peygamberler, İmamlar ve evliyanın azim ve kararlılığı onların haiz oldukları yakini imana binaendi.

Daha önce gelip geçen o peygamberler, Allah’ın vahiylerini tebliğ eden, Allah’tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Allah hesap görücü olarak yeter.” (Ahzab, 39) İlahi ve nebevi öğretilerle donanan mü’min hiç kimseden korkmadan Allah’ın yoluna koyulur. Artık onu o yoldan kimse alıkoyamaz. Çünkü onun yolu Resullerin ve Nebilerin yoludur. Onlar o yolda nasıl yürümüşse ona inananlar da öylece yürüyeceklerdir.

De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın, ben de yapacağım. Ama dünya yurdunun sonucunun kimin olacağını yakında öğreneceksiniz. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.” (Enam, 135) Hem dünya hem de ahiret yurdu elbette ki gönülden Rabbine bağlanıp onun yoluna koyulanlarındır. Gözü dönmüş, anasını babasını, çoluğunu çocuğunu, masum insanları öldürecek kadar dinini imanını karıştırmış insanlar ancak helake sürüklenir. Peşinden gidenleri de helake sürükler.

Tek başına bir ümmet hükmünde Tevhid münadisi hazreti İbrahim (a.s) Ulul-Azm büyük peygamberlerden olmasına rağmen Rabbinden yakinini artıracak alamet ve nişaneler talep ediyor. Belki yakin derecesinde bir imana sahip olmasaydı tek başına Nemrut ve nemrutilere karşı direniş gösteremeyecekti. O Rabbinden şu talepte bulunuyor: Bakara 260.

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اَرِن۪ي كَيْفَ تُحْـيِ الْمَوْتٰىۜ قَالَ اَوَلَمْ تُؤْمِنْۜ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْب۪يۜ قَالَ فَخُذْ اَرْبَعَةً مِنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ اِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلٰى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءاً ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْت۪ينَكَ سَعْياًۜ وَاعْلَمْ اَنَّ اللّٰهَ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ۟

İbrâhim “Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!” deyince, Rabbi “Yoksa inanmıyor musun?” demişti. O “Hayır inanıyorum, fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabını verdi. Rabbi “Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra (parçalayıp) her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki, Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir” buyurdu.

Öğrenerek ve düşünerek kesin bilgiye ulaşmak “ilme’l-yakîn”dir, Hz. İbrâhim’le Nemrud arasındaki tartışmada bu yöntem gösterilmiştir. Bu aynı zamanda ilâhî hidayetin bir nevidir. Görerek ve duyu organlarıyla hissederek kesin bilgiye ulaşmak “ayne’l-yakîn”dir. Hezekiel ve Üzeyir’le ilgili olayda bu yol gösterilmiştir. Yaparak, yaşayarak, deneyerek, olgunlaşarak kesin bilgiye ulaşmak “hakka’l-yakîn”dir.

 Hz. İbrâhim’in öldürüp parçaladığı, sonra çağırınca dirilip gelen kuşlar hadisesi de hakka’lyakîn yoluyla kesin bilgiye ve inanca ulaşmanın örneğidir. Hz. İbrâhim Rabbi ile söyleştiğine göre –bu sırada– peygamberdir. Bu sebeple onun sorusunu, Allah Teâlâ’nın ölüleri dirilteceği konusundaki bir şüpheye veya inkâra bağlamak mümkün değildir. Nitekim yukarıda geçen tartışmada bizzat Hz. İbrâhim, Nemrud’a karşı, Rabbinin birliğini, kudretini ve eşsizliğini ispat için O’nun, yegâne dirilten ve öldüren olduğunu açıklamış, bunu delil olarak kullanmıştı. Hz. İbrâhim’in sorusunun şüpheden kaynaklanmadığının tamamen ortaya çıkması ve kıssayı dinleyenlerin yanlış anlamalarının önlenmesi için Allah “İnanmıyor musun?” diye sormuş, peygamberi de şeksiz şüphesiz inandığını söyledikten sonra maksadını açıklamıştır: “Kalbim tam kanaat getirsin diye!” “Kalbin tam kanaat getirmesi” diye çevirdiğimiz itminân kelimesi, “maddî olarak hareketin durması, hareket halindeki bir şeyin sakinleşmesi” demektir. Buradan alınarak zihnin ve vicdanın sakinleşmesine, şüphe, heyecan, tereddüt ve ıstırabın son bulmasına da itminan denilmiştir. Dilimize geçmiş bulunan tatmin kelimesi de kök ve mâna bakımından itminana yakındır. Sağlam haber, düşünce ve gözlem yollarıyla elde edilen bilgiler ve bunlara dayanan inançlar da kesindir. Ancak bilgi ve inanç konusu olay veya gerçek, bilen ve inanan tarafından duyu organlarıyla hissedilmedikçe ve daha ileri bir basamak olarak bizzat yaşanmadıkça, oluşun içinde bulunulmadıkça kalbin ve zihnin gelgitleri bitmez, vehim kabilinden de olsa aksini düşünme halleri son bulmaz. Bu haller bilmeye de inanmaya da aykırı değildir, bunlara zarar da vermez, ancak bir itminan eksikliği söz konusu olur. Allah Teâlâ bir büyük peygamberinin talebi üzerine ölüleri nasıl dirilttiğini (diriltme fiilinin işleyişini), fiilin içine peygamberini de çekerek onun en üst derecedeki itminan haline ulaşmasını sağlamıştır. 

Konuyla ilgili olarak İmam Ali N ehcu’l Belağenin 458. hikmetinde şöyle buyurmaktadır:

الْإِيمَانُ أَنْ تُؤْثِرَ الصِّدْقَ حَيْثُ يَضُرُّكَ عَلَى الْكَذِبِ حَيْثُ يَنْفَعُكَ، وَ أَلَّا يَكُونَ فِي حَدِيثِكَ فَضْلٌ عَنْ عَمَلِكَ، وَ أَنْ تَتَّقِيَ اللَّهَ فِي حَدِيثِ غَيْرِكَ (نهج البلاغه، حکمت455)

“İmanın alameti; sana zarar verecek olsa bile, fayda verecek yalana karşı doğruluğu seçmen, yaptığından fazla söz söylememen, başkalarının sözleri hakkında da Allahtan korkup sakınmandır. „

İmamın bu sözünden anlaşılan şudur; Yakini imanın ilk alameti insana zarar verse dahi doğru sözlü olmaktır. Zakin sahibi mümin hiç bir şekilde bazı çıkarlar elde etmek için yalana başvurmaz. Doğruluktan ve haktan hiö bır durumda el çekmez.

 Böylesi müminlerin ikinci alameti ise yalana bulanmış göstermelikten şiddetle sakınmaktır. Onlar Ali İmran suresi 188. Ayetin somut örnekleridir.

لَا تَحْسَبَنَّ الَّذ۪ينَ يَفْرَحُونَ بِمَٓا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِۚ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

Sanma ki yaptıklarından memnun olanlar, yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananlar, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır.

Rivayete göre Hz. Peygamber yahudileri çağırarak onlara bir mesele sormuş, yahudiler sorunun gerçek cevabını gizleyerek kasten yanlış cevap vermişler; sorusunu cevaplandırdıkları için Hz. Peygamber’in kendilerini takdir etmesini beklerlerken gerçeği gizledikleri için de sevinmişlerdi. İşte âyet onların bu tutarsızlıklarını yüzlerine vurmuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 3/16). Bir başka rivayete göre âyet çeşitli bahanelerle Hz. Peygamber’in seferlerine katılmadıkları, bundan dolayı memnun da oldukları halde katılmış gibi övülmelerini bekleyen münafıklar hakkında inmiştir. Sebep ne olursa olsun âyetin hükmü mümin, kâfir ve münafıklardan böyle bir karakter taşıyan herkes için geçerlidir. Bu karakterdeki insanlar övülmeye lâyık bir iş yapmadıkları halde kendilerinin dindar, Allah’tan korkan bir mümin olarak bilinmelerinden ve bu özelliklerle övülmekten hoşlanırlar. Oysa onların bu iddiaları boş bir kuruntu, kibir ve kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple yüce Allah “Sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır! Onlar için elem verici bir azap vardır” buyurarak bu karakterdeki kimselerin şiddetli bir şekilde cezalandırılacaklarını vurgulamıştır. Bir azap hazırlanmış olduğu kendilerine haber verilmiştir. Bir rivayete göre ise âyet münafıklar hakkında inmiştir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment