Hüccetül İslam Dr. Muhammed Hadi Mufettih
HAZRETİ NUH (A.S)’IN HAYAT HİKAYESİ 2
Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz. Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi,günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz.Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mucadele ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun.
HAZRETİ HUD KAVMİNİ İSTİĞFAR ETMEYE DAVET ETMEKTEDİR
Peygamberler insanları bazen teşvik ve bazen de terhib yani korkutarak, tehdit ederek tevhide ve ubudiyete davet ediyorlardı. Çünkü insanların çoğu ya cehennem korkusu veya cennet sevdasıyla ibadet etmekteler. Hazreti Hud da kavmini istiğfar etmeye. Allaha yönelmeye ve kulluğun bereketinden ve ilahi rahmetden yararlanmaya davet etmektedir.
- وَيَا قَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَٓاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَاراً وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً اِلٰى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمٖينَ
“Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanmayı dileyin, sonra O’na tövbe edin ki üzerinize bolca yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın; sakın günahkârlar olup Allah’tan yüz çevirmeyin!” ( Hud 52)
Hz. Hûd Allah’ın birliği inancını tebliğ ettikten sonra, işledikleri günah ve putperestlikleri sebebiyle kavmini Allah’tan bağış dilemeye ve tövbe edip O’na yönelmeye davet etti. Böyle yaptıkları takdirde Allah’ın, üzerlerine bolca yağmur yağdıracağını ve kuvvetlerine kuvvet katacağını haber verdi. Âd kavmi çölde yaşamakla birlikte tarım ve bağcılıkla da uğraşıyordu. Bu sebeple yağmura şiddetle ihtiyaçları vardı. Hz. Hûd Allah’ın izniyle onlara böyle bir vaadde bulundu. Allah tarafından kuvvetlerine kuvvet katılacaktı; maddî olarak bolluk ve berekete mânevî olarak izzet, şeref ve itibar eklenecekti. Fakat Hûd’un kavmi gururlu ve kibirliydi; onun anlattıklarını ne istedi ne de ona inandı, hatta peygamberi akılsızlık, sapkınlık ve yalancılıkla itham ettiler. Hûd, uyarılarına rağmen kavminin inkâr ve isyanda ısrar ettiklerini görünce sonlarının kötü olacağından endişe etti ve “Sakın günahkârlar olup da Allah’tan yüz çevirmeyin” diyerek kavmini devamlı uyardı.
Sevgili Peygamberimiz de ümmetine bu vaadlerde bulunmaktadır:
- اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّا اللّٰهَؕ اِنَّنٖي لَكُمْ مِنْهُ نَذٖيرٌ وَبَشٖيرٌۙ
- وَاَنِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُٓوا اِلَيْهِ يُمَتِّعْكُمْ مَتَاعاً حَسَناً اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذٖي فَضْلٍ فَضْلَهُؕ وَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنّٖٓي اَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَبٖيرٍ
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. -Kuşkusuz ben de O’nun tarafından size gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.-
Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tövbe edin. Allah da sizi belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırsın, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek o dehşetli günün azabından korkarım.
İlk âyette kitapta açıklanmış olduğu haber verilen konuların bu âyetlerde yüce Allah’ın emriyle Hz. Peygamber tarafından insanlığa tebliğ edilmiş olduğu bildirilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber herhangi bir insan olarak değil, Allah tarafından gönderilmiş uyarıcı ve müjdeleyici bir peygamber olarak insanlığı Allah’tan başkasına kulluk etmemeye çağırmış, Allah’a itaat edenlerin cennete gireceğini müjdelemiş, isyan edenlerin de cezalandırılacağını haber vermiş; insanlığa, tövbe edip Allah’a yönelmelerini, O’na sığınıp lutuf ve bağışlamasını dilemelerini tavsiye etmiştir.
“Belirlenmiş bir vakit” diye tercüme ettiğimiz ecel-i müsemmâdan maksat ömrün sonudur (ecel-i müsemmâ hakkında bilgi için bk. En‘âm 6/2).
Allah’ın, tövbe edip kendisine yönelen insanları belirlenmiş bir vakte kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırması iki türlü yorumlanabilir:
a) Tövbe edip Allah’a yönelen kimse Allah sevgisi ve O’na ibadetle meşgul olduğu için engin bir mânevî zevke ulaşır; Allah’a dayanıp güvendiği için huzuru, mutluluğu artar; maddî bakımdan sıkıntıları olsa dahi manen müreffeh ve mutlu olur. Allah’tan gelen kahrı da lutfu da hoş karşılar; böylece hayatı güzelleşir.
Nitekim yüce Allah Nahl sûresinin 97. âyetinde sâlih amel işleyen erkek olsun, kadın olsun müminlere güzel bir hayat yaşatacağını vaad etmektedir. Bu tür bireylerin oluşturduğu aile de toplum da mutlu olur. Buna karşılık inkâr ve isyan içerisinde olan kimse hayattan güzel bir şekilde yararlanamaz, maddî bakımdan dünya nimetleri içerisinde yüzse dahi mânevî bakımdan huzur ve sükûn bulamaz; böylelerinden oluşan bir toplumda faziletin yerini rezalet alır, erdemli kimseler takdir edilmez, ahlâk ve faziletten yoksun kimseler öne çıkar; inançsızlık onları daima huzursuzluğa ve mutsuzluğa götürür.
b) İnsanlar tövbe edip Allah’a yöneldikleri takdirde Allah onları ömürlerinin sonuna kadar bolluk ve bereket içinde, müreffeh bir şekilde yaşatacaktır. Âyetin zâhirinden böyle bir mânanın çıkarılması mümkün olmakla birlikte realitede yüce Allah, inanan ve doğru bir çizgi izleyen herkese her zaman dünyevî mutluluk ve maddî refah nasip etmediğine göre burada maksat bireysel değil, Allah’ın iradesine uygun ve gerçek anlamda Allah’a yönelenlerin oluşturduğu toplumun refahı olmalıdır.
Meâlinde “fazlası” diye tercüme ettiğimiz fadl kavramı Allah için kullanıldığında “lutuf, kerem, inâyet” anlamına gelir; insanlar için kullanıldığında ise “ziyade, çok, erdem, üstünlük, seçkinlik” anlamlarını ifade etmektedir. Âyette, şirkten vazgeçerek tövbe edip Allah’a çokça itaat eden, erdemliliğe ulaşan herkese yaptığı iyi amellerin karşılığının hem dünyada hem de âhirette verileceği müjdelenmektedir.
Kur’anı Kerim yer ve gök nimetlerinin iman ve takva ile yakın irtibatının olduğunu beyan buyurmaktadır.
- وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرٰٓى اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنْ كَذَّبُوا فَاَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
“O ülkelerin halkı inansalar ve günahtan sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat yalanladılar; biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik.”
O eski kavimler, peygamberlerinin davetini ve Allah’ın türlü ikazlarını yeterince değerlendirip iman etseler ve kötülüklerden sakınsalardı yüce Allah “elbette onların üzerine gökten ve yerden nice bereket kapıları” açacaktı. Şu halde iman ve takvânın sonu berekettir, bolluktur; mutluluk ve esenliktir.
Bazı tefsirlerde “gökten gelen bereketler” yağmur, “yerden gelen bereket” de ziraî mahsuller ve hayvansal ürünlerdeki bolluk diye açıklanmışsa da buradaki “bereketler”in her türlü maddî ve mânevî hayırları kapsadığını düşünmek âyetin maksadına daha uygun düşer
Zemahşerî âyetteki “açma” anlamına gelen feth kavramının “kolaylaştırma” mânasında da kullanıldığını belirtmektedir. Buna göre söz konusu ifade “… Onlar için bütün iyilik ve güzellikleri elde etme yollarını kolaylaştırırdık” anlamına gelir.
Aynı husus yahudiler ve hiristiyanlar için de dile getirilmiştir. Yani hiristiyanlar ve yahudiler eğer Tevrat ve İncil ile amel etseler yerden ve gökten üzerlerine nimet yağar.
- وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْكِتَابِ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَكَفَّرْنَا عَنْهُمْ سَيِّـَٔاتِهِمْ وَلَاَدْخَلْنَاهُمْ جَنَّاتِ النَّعٖيمِ
- وَلَوْ اَنَّهُمْ اَقَامُوا التَّوْرٰيةَ وَالْاِنْجٖيلَ وَمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَاَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ اَرْجُلِهِمْؕ مِنْهُمْ اُمَّةٌ مُقْتَصِدَةٌؕ وَكَثٖيرٌ مِنْهُمْ سَٓاءَ مَا يَعْمَلُونَࣖ
“Şayet Ehl-i kitap iman edip günahtan sakınma çabası göstermiş olsalardı, kuşkusuz biz de kötülüklerini yüzlerine vurmaz ve onları nimeti bol cennetlere koyardık.
Şayet onlar Tevrat’ı, İncil’i ve rableri tarafından onlara indirileni doğru dürüst uygulamış olsalardı göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden yararlanırlardı. İçlerinde aşırılığa kaçmayan bir zümre var; onlardan bir çoğunun yaptıkları işler ise pek kötüdür.”
Ehl-i kitabın kendilerini karanlıktan kurtarıp aydınlığa çıkaran ilâhî bildirimlerin ve ihsan edilen dünya nimetlerinin kadrini bilemedikleri, böylece kendi elleriyle dünya ve âhiret mutluluğunu heder ettikleri, bununla birlikte içlerinde doğruyu arayan, davranışlarında taşkınlıktan kaçınan bir grubun da bulunduğu haber verilmektedir (Ehl-i kitap’tan dürüst davrananlar hakkında ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/75).
65. âyette bir taraftan kötülüklerin bağışlanmasından yani günahkâr kişinin mahcup duruma düşürülmekten kurtarılması ve cezasının kaldırılmasından, diğer taraftan da nimetlerle dolu cennetlere kavuşturulmaktan söz edilerek âhiret mutluluğunun iki yönünün bulunduğu hatırlatılmaktadır.
66. âyetin “Göğün ve yerin türlü türlü nimetlerinden yararlanırlardı” şeklinde mâna verdiğimiz kısmının lafzî karşılığı şöyledir: “Hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yerlerdi.” Burada geçen “üst” anlamındaki fevk ve “alt” anlamındaki taht kelimelerinin, sağlanan rızık yollarının ne kadar çok ve çeşitli olduğunu belirtme amacıyla kullanıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre âyette, dünya nimetlerinin de ilk bakışta çevrede görünenlerle sınırlı olmadığına dikkat çekilip insanların yerin üstündekilerinin yanı sıra yer altı servetlerini ve uzayın zenginliklerini araştırmaları için geniş ufuklar açılmaktadır. Bununla beraber, âyetin bu kısmına başka yorumlar da getirilmiştir. Bunlardan birine göre, “üstlerinden” ifadesi, kulların kendi çabaları dışında Allah Teâlâ’nın lutfedeceği nimetleri, “ayaklarının altından” ifadesi ise insanın çalışıp çabalamasıyla elde edeceği imkânları belirtmektedir. Diğer bir tefsire göre bunlardan birincisi toplumsal üretimden devlet eliyle pay almaya, ikincisi bireysel girişim ve üretimle elde edilecek imkânlara işaret etmektedir.
Tevrat’ta da yahudilere Allah’ın buyruklarını yerine getirip yasaklarından kaçınmaları halinde Allah Teâlâ’nın onları bütün milletlerden üstün kılacağı ve nimetlerle bezeyeceği vaad edilmişti (Levililer, 26/3-12; Tesniye, 28/1-14). Buna göre âyetin, onların bu vaadin kıymetini bilemediklerine dikkat çektiği söylenebilir.
Âyette Tevrat ve İncil’i ve Rableri tarafından diğer indirilenleri doğru dürüst uygulamış olma şartına bağlı olarak çeşitli rızıklardan bol bol yararlanıp refah içinde yaşama imkânından söz edildiğini dikkate alan bazı müfessirler, Ehl-i kitabın ve özellikle yahudilerin tarihte çektikleri büyük mahrumiyet ve sıkıntıların bu şartın icaplarını yerine getirmemelerinden kaynaklandığı yorumunu yapmışlardır.
Hud (a.s)’ın kavmi bu peygamberin tüm davet ve sözlerine karşı direttiler ve inkara kalkıştılar. Kavmin illeri gelenleri, ilmi delil, mantık ve düşünce yerine, bir çok kavmin yaptığı gibi Hazreti Hudu divane ve put çarpmış olarak tanımladılar. A’raf suresi 66. Ayeti kerimede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
قَالَ الْمَلَأُ الَّذٖينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهٖٓ اِنَّا لَنَرٰيكَ فٖي سَفَاهَةٍ وَاِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِبٖينَ
قَالَ يَا قَوْمِ لَيْسَ بٖي سَفَاهَةٌ وَلٰكِنّٖي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمٖينَ اُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبّٖي وَاَنَا۬ لَكُمْ نَاصِحٌ اَمٖين
“Kavminin inkârcı ileri gelenleri, “Biz seni kesinlikle bir akılsızlık içinde görüyoruz ve gerçekten senin yalancılardan olduğunu düşünüyoruz” dediler.
“Ey kavmim!” dedi, “Ben akılsız değilim, fakat âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”
“Size rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben size öğüt veren güvenilir biriyim.”
Hud kavminin kendisini düşünür olarak tanımlayanlarından bazıları, Hazreti Hudu kendi yalancı ilahlarına ve putlarına savaş açmasından dolayı, Hz: Hudun putlar tarafından çarpıldığını ve bundan dolayı delirdiğini iddia ettiler.
- قَالُوا يَا هُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِكٖٓي اٰلِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنٖينَ
- اِنْ نَقُولُ اِلَّا اعْتَرٰيكَ بَعْضُ اٰلِهَتِنَا بِسُٓوءٍؕ قَالَ اِنّٖٓي اُشْهِدُ اللّٰهَ وَاشْهَدُٓوا اَنّٖي بَرٖٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَۙ
“Dediler ki: “Ey Hûd! Bize açık bir mûcize getirmedin; biz senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz; biz sana iman edecek de değiliz.
‘Tanrılarımızdan biri senin aklını almış!’ demekten başka söyleyeceğimiz söz yok!” Hûd dedi ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum; siz de şahit olun ki sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuklarınızdan uzağım.”
Hz. Hûd, kavmine gönderilmiş bir peygamber olduğunu aklî deliller ve getirdiği mûcizelerle anlattı. Kur’an-ı Kerîm bu mûcizelerin ne olduğunu bildirmemiş olmakla birlikte Hûd’un getirdiği mûcizeleri kavminin inkâr ettiğini haber vermektedir. Kavmi onun getirdiği mûcizelere ve kullandığı aklî delillere değer vermedi ve çağrısını reddetti. Ayrıca Hûd’u küçümsediklerinden dolayı onun sözüne bakarak ilâhlarından vazgeçmeyeceklerini ve ona iman etmeyeceklerini bildirdiler. “Tanrılarımızdan biri senin aklını almış!” diyerek Hûd’un, tanrılarına dil uzatmasından dolayı onlardan biri tarafından çarpıldığını, bu sebeple delirmiş olabileceğini ileri sürdüler. Putperestlerin bu saygısız ve inatçı davranışları karşısında Hûd kendisinin hak peygamber olduğuna dair yüce Allah’ı şahit tuttuğu gibi topluluğun şirkinden uzak olduğu konusunda da doğrudan onları şahit gösterdi. Tanrılarının aklını almış olması iddiasına karşılık da hepsine meydan okuyarak bu iddiayı çürüttü. Çünkü Hûd Allah’a tevekkül edip O’na teslim olmuştu. O’nun adaletine güveniyor, neylerse güzel eyleyeceğine inanıyordu.
Hemen hemen tüm peygamberler mecnun veya sihirbaz gibi tanımlamalara maruz kalmışlardır. Ancak şu husustan gaflet edilmektedir. İki çeşit mecnunluk vardır. Akıl altı ve akıl üstü. Bu konuda Mevlana Celaleddin rumi şçyle diyor:
زین خرد جاهل همی باید شدن ** دست در دیوانگی باید زدن
Bu çeşit akıldansa cahil olmak daha iyi. Deliliğe vurmak daha yeğ!
هر چه بینی سود خود ز آن میگریز ** زهر نوش و آب حیوان را بریز
Faydanı nede görüyorsan ondan kaç. Zehir iç, Âbıhayatı dök!
هر که بستاند ترا دشنام ده ** سود و سرمایه به مفلس وام ده 2330
Seni öveni söv, kazancını, sermayeni müflise borç ver!
ایمنی بگذار و جای خوف باش ** بگذر از ناموس و رسوا باش و فاش
Eminliği bırak, korku yerine var. Namusu terk et, apaçık rüsvay ol!
آزمودم عقل دور اندیش را ** بعد از این دیوانه سازم خویش را
Ben uzun uzadıya ilerisini düşünen aklı denedim. Bundan böyle divaneliğe vuracağım!
Konuyla ilgili olarak İmam Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır.
« يَنْظُرُ إِلَيْهِمُ النَّاظِرُ فَيَحْسَبُهُمْ مَرْضَى، وَ مَا بِالْقَوْمِ مِنْ مَرَضٍ؛ وَ يَقُولُ لَقَدْ خُولِطُوا، وَ لَقَدْ خَالَطَهُمْ أَمْرٌ عَظِيمٌ
“ Onlara bakan onları hasta zanneder, ancak bu ( iman ehli) kavim hasta değildir. Bunlar aklını karıştırmış derler, hayır böyle bir durum yok. Büyüh bir hadise onları meşgul etmiştir