نماز جمعه

Hüccetül  İslam  Dr. Muhammed Hadi Mufettih

Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz. Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi,günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz.Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile   mucadele ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun.

İsmet:  Günahlardan  korunmuş  olmak

Sözlükteki “tutma, engel olma ve koruma” anlamından hareketle kelâmda “Allah’ın bir kimseyi günah ve hatadan koruması” şeklinde özel bir anlam kazanan ve “peygamberlerin günahtan korunmuşluğu” mânasıyla terimleşen ismet kelimesinin fıkıh literatüründeki kullanımı da sözlük anlamı ile bağlantılıdır.  Kur’an’da, insanı günahtan korumasına işaret etmek amacıyla nikâh bağından ismet (çoğulu i’sem) adıyla söz edilirken (el-Mümtehine 60/10) gerekse hadislerde dinin, Kur’an’ın, nikâhın kişileri kötülüğe düşmekten koruyucu özelliği  de ismet olarak adlandırılmıştır.

Peygamberlerin  ismeti  konusunda  müslümanlar arasında  farklı  yaklaşımlar  mevcut  bulunmaktadır. Bazı  İslam alimleri ismeti,  yani günahlardan  korunmuş  olmayı ilahi  mesajı almak ve  onu  insanlara  eksiksiz  olarak  sunmakla  sınırlı  tutmaktalar. Bu  yaklaşıma  göre  Peygamber   vahyi alıp  kavmine  sunmakta  hiç  bir   hata yapmaz ve bu hususta  özel  bir  koruma  altındadır. Bunun  dışındaki  normal beşeri  işlerinde  onlarda  hata  yapabilirler,günahtan beri  değiller.

Ancak  Kur’an  mantığında, Peygamberler sadece  ilahi mesajı  almak ve  tebliğ  etmekte  değil, yaşamın  tüm  aşamalarında ilahi  koruma  altında  bulunmaktalar. Konuyla  ilgili  olarak Yüce  Allah Ali  İmran  suresi 161. Ayeti  kerimede şöyle  buyurmaktadır.

  • وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ اَنْ يَغُلَّؕ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۚ ثُمَّ تُوَفّٰى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ 

“Hiçbir peygamber hıyanet  yapmaz. Kim böyle bir  hıyanet (haksızlık) yaparsa kıyamet günü,yaptığı  hıyanet ile  yüklenmiş olarak gelir; sonra herkese kazanmış olduğunun karşılığı, kimse haksızlığa uğratılmaksızın tastamam ödenir.” 

 Ganimet mallarından bir şeyi gizlice alıp zimmetine geçirmek” anlamına gelen gulûl kelimesi genel olarak kamu malında yolsuzluk ve suistimali ifade etmektedir. Âyet peygamberlik göreviyle kamu malına hıyanetin bağdaşmasının mümkün olmadığını, böyle bir yolsuzluğun hiçbir peygambere yakışmayacağını, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de bundan münezzeh olduğunu vurgulamaktadır. O, insanların en doğrusu, ahlâken en üstün olanı ve Allah’tan en çok korkanıdır. Böyle bir kimsenin ganimet malını zimmetine geçirmek gibi bir haramı işlemesi veya kamu malında yolsuzluk yapması düşünülemez. Zaten tarih ve siyer kaynakları da onun dünya malına değer vermediğine şahitlik etmektedir. 

Hz. Peygamber başka yönlerden insanlara örnek olduğu gibi (bk. Ahzâb 33/21) yönetici olarak da en mükemmel örnektir. O, başta dürüstlük olmak üzere yöneticilerde bulunması gereken özellikleri taşımaktaydı. Devlet ve milletin emanetlerinin korunması hususunda son derece titizlik göstermiş, yöneticilerin zaruri ihtiyaçları dışında devlet malından bir şey almamalarını ve onu titizlikle korumalarını istemiştir (Müsned, IV, 229). 

Bu ayeti kerime,peygamberleri  her  türlü  haksızlık ve  hıyanetten  muberra  kılmaktadır. Günah  ta  Allaha  karşı  bir  nevi  hıyanettir. Allah  onlara  güvenmiş,  onları  seçmiş  ve  her  hususta   mükemmel  bir  örnek,  uswetun  hasene  kılmıştır. Günah, hıyanet  bu  güven ve  seçilmiş  olmaya  yönelik  bir   ihlal ve  yaralamadır. Peygamber  günah  işlerse  hem  halk  nezdinde ve  hem de  Hakk  Teala nezdinde güven ve  itibar  kaybına  uğramış  olur ve peygamberlik inancı  konusunda  şübhe ve  kuşkulara sebebiyet  vermiş  olabilir.

Peygamberlerin  ismeti  konusunda  ilahi  garanti:

Kur’an açık  bir  dil  ile peygamberlerin  emrına  uyulmasını ve  hiç  kimsenin  bu  hususta  kuşku  ve  şüpheye  kapılmamasını talep  etmektedir. Konuyla  ilgili  olarak Ahzab  suresi 36. Ayeti  kerimede  Yüce  Allah  şöyle  buyurmaktadır:

  • وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْراً اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْؕ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالاً مُبٖيناً 

“Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve Resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” 

Allah ve Resulü bir şeyi emrettiklerinde, başka bir ifade ile Kur’an’dan ve Sünnet’ten, bir şeyi yapmanın veya yapmamanın gerekli olduğu hükmü anlaşıldıktan sonra artık müminlerin önündeki tek seçenek hükme uymaktır; bunu bırakıp başka bir emri, isteği, arzuyu yerine getiremezler. 

Öte  yandan  Kur’anı  Kerimde defaatle Peygambere  kayıtsız  şartsız itaat edilmesi  istenmiştir. Peygambere  itaat  Allaha  itaatle birlikte   zikredilmiştir. Konuyla  ilgili  olarak Muhammed  suresi 33. Ayeti  kerimede  şöyle  denilmektedir:

  • يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُٓوا اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ 

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, resule itaat edin ve yaptıklarınızı boşa çıkarmayın.” 

Allah ve Resulüne itaat emredildikten sonra, “Yaptıklarınızı boşa gidermeyinbuyurulduğu için bu ikisi arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurulabilir. Buna göre Allah ve Resulüne itaat etmeyenlerin iyi sanarak yapıp ettiklerinin boşa gideceği, onlara özellikle ebedî hayatta bir fayda sağlamayacağı anlaşılmaktadır. Son cümle bağımsız olarak alınır ve yorumlanırsa mâna, “Başa kakarak veya iyilikleri silip süpüren kötülükler yaparak amellerinizi heder etmeyin” şeklinde olur. 

Nur  suresi 54. Ayeti  kerimede de  Yüce  Allah  şöyle  buyurmaktadır:

  • قُلْ اَطٖيعُوا اللّٰهَ وَاَطٖيعُوا الرَّسُولَۚ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْؕ وَاِنْ تُطٖيعُوهُ تَهْتَدُواؕ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ 

“De ki: “Allah’a itaat edin, Resule itaat edin.” Yine de (ey müşrikler!), söz dinlemezseniz onun (peygamberin) sorumluluğu ona, sizin sorumluluğunuz da size aittir. Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz; Resule düşen yalnızca apaçık bildirip anlatmaktır. 

Hz. Peygamber’in ve müminler topluluğunun, içlerinde farklı inanç gruplarının da bulunduğu topluma karşı, dini tebliğ etme ve açık bir şekilde anlatma yanında, hukukî ve sosyal adaleti gerçekleştirme, edep ve ahlâkı hâkim kılma, kamu düzenini sağlama, ülkeyi ve temel değerleri koruma gibi sorumluluk ve yükümlülükleri vardır; bunun böyle olduğu sayısız âyet ve hadisle ortaya konmuştur. Buradaki ifadeden maksat, “Apaçık tebliğ ettiğiniz halde itaat etmezlerse bunun sorumluluğu, dünya ve âhiretteki olumsuz sonuçları kendilerine aittir, kendi kusurlarının sonucudur; bundan siz sorumlu olmazsınız, Allah, niçin onları itaatkâr kılmadınız diye size sormaz” demektir.

  Mutlak  itaat mutlak  mükemmellik ve  her yönıyle pak ve  temiz. Hakk ve adalet  üzerine  olmayı  gerekli  kılmaktadır. Peygamberlerin karar ve  davranışlarında  bir  hata ve  günah  ihtimalinin  olması  durumunda, mutlak itaat emri,  Allah  tarafından  halkın  hataya  sürüklenmesi anlamına  gelmektedir  ki, böylesi  bir  varsayım veya  telakki tamamen  batıl ve  anlamsızdır.  Allah  Kur’anı  Kerimde  insanlara  peygamberin  hiç bir  şekilde  Allaha  karşı  günah ve  masiyet  işlemediğinin  garantisini  vermektedir. Eğer  böyle  olsaydı Peygamber beşer  olması  hasebiyle gaflete   düçar olup, Allahın  emrine  aykırı davranabilirdi, böylesi  bir  durumda Allah  tarafından   çok  hızlı ve  şiddetli  bir  cezaya   çarptırılmış  olacaktı. Öyleki  Kur’an  Resulü Ekrem  hakkında  şöyle  buyurmaktadır. Bu hususta Elhakke suresi 44-47 ayeti  kerimede  şöyle  buyurmaktadır:

  • وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْاَقَاوٖيلِۙ 
  • لَاَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمٖينِۙ 
  • ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتٖينَؗ 
  • فَمَا مِنْكُمْ مِنْ اَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزٖينَ 

“Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık.Sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” 

Elbette onu kıskıvrak yakalardık diye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki yemîn kelimesi sözlükte “sağ taraf, sağ el” anlamına gelir. Kelime mecazen “güç, kuvvet” mânasında da kullanılmaktadır (Kurtubî, XVIII, 275). 46. âyetteki vetîn ise “büyük atar damar” demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur’an’ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber’in onu uydurup Allah’a isnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer –farzı muhal– böyle bir şey yapmış olsaydı, şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir. 

Kur’an, peygamberleri  her  türlü şirk ve  küfürden de beri ve  münezzeh  nitelemektedir. Konuyla  ilgili  olarak  En’am suresi 88.89 ayeti  kerimelerde  Yüce  Allah şöyle  buyurmaktadır.

  • وَلَوْ أَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ؛ أُولَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ﴿انعام:۸۸-۸۹﴾

Eğer onlar Allah’a ortak koşsalardı yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi. Onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir

Araplar’ın ataları olarak bildikleri (Hac 22/78) ve saygı duydukları İbrâhim’le birlikte on sekiz peygamberin ismi zikredilerek hepsinin de hidayet üzere yaşadıkları, iyi ve sâlih kimselerden oldukları, bunların atalarından ve zürriyetlerinden de, Allah’ın fazlu keremiyle, âlemlere üstün kılınmış kimselerin bulunduğu; bütün bu sayılanların doğru yoldan giderek hidayete kavuşturulmuş seçkin insanlar olduğu ifade edildikten sonra “İşte bu, Allah’ın hidayetidir; O, bununla kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar (siz Kureyş müşrikleri gibi) Allah’a ortak koşsalardı, yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi” buyurularak, Câhiliye Arapları’nın, ataları İbrâhim’in de içinde bulunduğu bu üstün insanların gittikleri doğru yoldan saptıklarına zımnen işaret edilmektedir.

 Son  Peygamber  Hazreti  Muhammed s.a.v de şirkten beri ve  münezzeh kılınmıştır.

قُلْ اَفَغَيْرَ اللّٰهِ تَأْمُرُٓونّٖٓي اَعْبُدُ اَيُّهَا الْجَاهِلُونَ 

  • وَلَقَدْ اُو۫حِيَ اِلَيْكَ وَاِلَى الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِكَۚ لَئِنْ اَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ 
  • بَلِ اللّٰهَ فَاعْبُدْ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرٖينَ 

 De ki: “Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi teklif ediyorsunuz?  Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Eğer Allah’a ortak koşarsan bilmiş ol ki yaptıkların boşa gidecek ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olacaksın. 

Hayır! Yalnız Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol!”  ( Zümer  64-66)

Mekke putperestleri, Hz. Peygamber’i atalarının dinine karşı çıkmakla suçlar ve onu putlarına tapmaya davet ederlerdi. Burada onlara verilmesi gereken cevap özetlenmektedir. Cevabın soru şeklinde düzenlenmesi, ayrıca putperestlere ey cahillerdiye hitap edilmesi hem Hz. Peygamber’in bu teklifi reddetmedeki kararlılığını yansıtma, hem de böyle bir teklif yapmaya kalkıştıkları için muhatapları ayıplama amacı taşımaktadır. Nitekimcahil kelimesi özellikle dönemin putperest Araplar’ı için kullanıldığında özetle “küstah, bağnaz düşünceli, akılsız” anlamına gelir (bk. Mâide 5/50; Furkan 25/63-65). 65-66. âyetler ise putperestliğe karşı koymanın bütün peygamberlere yüklenmiş aslî görev olduğunu göstermektedir. 

Şirkten maksat yanlızca  tevhide aykırı  bir  inanca sahip  olmak değildir. Nefsanı  ihtiras ve arzulardan veya  gafletten  kaynaklanan  günah  kirliliğinde de  bir  nevi  şirk  mevcut  bulunmaktadır. Kur’anı  Kerim  nefsanı  heva ve  hevese  kendilerini  kaptıranları da, nefis perest veya  heva ve  hevesin  kulu  olarak tanımlamaktadır…. Furkan  suresı 43.44  Ayeti  kerimede  Yüce  Allah heva ve  hevesine  uyanlar  hakkında  şöyle  buyurmaktadır.

  • اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُؕ اَفَاَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكٖيلاًۙ 
  • اَمْ تَحْسَبُ اَنَّ اَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ اَوْ يَعْقِلُونَؕ اِنْ هُمْ اِلَّا كَالْاَنْـعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ سَبٖيلاًࣖ 

“Bayağı arzularını tanrılaştıran kişiyi gördün mü? Şimdi sen, bu adamı da doğru yola getirmekle yükümlü olabilir misin? 

Yoksa sen, onların büyük çoğunluğunun gerçekten senin davetine kulak verdiklerini yahut doğru dürüst düşündüklerini mi sanıyorsun? Aksine onlar, başka değil, bir hayvan sürüsü gibidirler, hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.” 

İnsan, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyar. Aklına uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünür; bu davetin, Allah’ın yeryüzündeki en seçkin varlığı olan insan için, kendisinin de bir üyesi olduğu topyekün insanlık için ne anlam ifade ettiği üzerinde zihin yorar; buna göre bir hükme varır ve sonuçta daveti kabul veya reddederler. Arzu ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlarını, geçici isteklerini, adi menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur’an’ın neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu ikincisidir. Konumuz olan âyette de bu şekilde davrananlar, “bayağı arzularını tanrılaştıranlar” olarak tanımlanmakta; 44. âyette de putperestlerin, bayağı arzularını tanrı edinmeyi sürdürdükçe Peygamber’in davetini doğru anlamalarının, akıllarını kullanarak sağlıklı değerlendirme yapmalarının imkânsız olduğu bildirilmekte; bu tutumlarıyla da düşünme yeteneğinden yoksun olan hayvanlardan daha şaşkın, daha iz‘ansız bir durumda bulundukları açıklanmaktadır. 

Bu hususta  Casiye suresı  23. Ayeti kerimede  ise  Yüce Allah şöyle  buyurmaktadır:

  • اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ وَاَضَلَّهُ اللّٰهُ عَلٰى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلٰى سَمْعِهٖ وَقَلْبِهٖ وَجَعَلَ عَلٰى بَصَرِهٖ غِشَاوَةًؕ فَمَنْ يَهْدٖيهِ مِنْ بَعْدِ اللّٰهِؕ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ 

﴿٢٣﴾

“Arzularını tanrı yerine koyan, Allah’ın -bilgisine rağmen (sapmayı tercih ettiği için)- kendini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi bir tasavvur et! Allah’tan sonra onu kim yola getirecek? Düşünmüyor musunuz?” 

Âyet “tanrısını arzusundan ibaret kılan” diye başlamakta, bundan sonra Allah’ın yaptıkları kişinin bu tercihine bina edilmektedir. Yani Allah iyi olmak isteyeni zorla inkâra ve kötülüğe itmemekte, kul bunu tercih ettiği için O da kural ve imtihan gereği belirtilen olumsuz durumları yapmakta, yaratmakta, olmasına izin ve imkân vermektedir. 

“Bilgisine rağmen” kaydı, hayatını dinî kayıt ve sınırların dışında yaşayan, Allah’ın rızasına değil, nefsinin arzusuna uyan birçok kimsenin yaptıklarını, Allah rızasına aykırı olduğunu bile bile yaptıklarını ifade etmektedir. Doğruyu ve iyiyi bilmek ona uygun davranmak için yeterli olmamakta, sağlam imana ve uygun eğitime ihtiyaç bulunmaktadır. Bu imandan ve eğitimden yoksun bulunan, zevklerine saplanıp gününü gün eden kimseleri yola getirmek zordur. Âyet bu zorluğa işaret etmekte, ancak kapıyı da açık tutmaktadır. Kul ister ve yönelirse, geçmişte ne yapmış olursa olsun Allah onu bağışlar ve doğru yola iletir.  Kısacası  Peygamber ne heva  ve  hevesine  uyar ve  ne de  gafil  davranır.  Günah ve  hatanın  temel  faktörleri  bu  iki  husustur.  Öte  yandan  peygamberler  hakkel  yakın  derecesinde  bir  ilme sahiptirler. Bu ilim de  günah ve  hata  önünde en büyük  engeldir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment