نماز جمعه

Hüccetül  İslam  Dr. Muhammed Hadi Mufettih

            Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz, Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz.Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile   mucadele ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun.

   Muttaqilerin  44  Özelliği: Serkeşlik  yaptığında  nefislerini  sevdiği  şeyden  mahrum  kılarlar:

    إِنِ اسْتَصْعَبَتْ عَلَيْهِ نَفْسُهُ فِيمَا تَكْرَهُ لَمْ يُعْطِهَا سُؤْلَهَا فِيمَا تُحِبّ،

Nefsi, onu  istemediği  bir  şeye  zorlarsa, oda  nefsini  sevdiği  şeyden mahrum  kılar.

Kur’ani emir  ve  yasaklara  uymak  için  kişi günlük  bir  disiplin  geliştirmeli, nefsini  şartlandırmalı, daimi  bir  kontrole  tabi  tutmalıdır.  Yanı   oto  kontrol makanızmasını  güçlü  bir  şekilde  devreye  sokmalıdır.  Günün  sonunda  gün  boyunca  yaptıklarını  bir   gözden  geçirmelidir.  Bu  gözden  geçirme,  İslam   nefis  terbiye  disiplininde   muhasebe  olarak  tanımlanmaktadır.  Nefis  terbiyesinde   murabetenin  yanı  saldırıya  hazırlıklı  olmanın  bir  diğer aşaması  yani  ameli  (  pratik) formu  devreye  geçirmeli.  Buna   Muatebe  veya  Muaqebe  denilmektedir.  Yani    yerme ve  cezalandırma.

      معاتبه و معاقبه

( Yerme ve  cezalandırma)

  Muatebenin  sözcük anlamı  birini  yermek veya  serzinişte  bulunmak demektir.

  Muaqebenin  sözcük  anlamı  ise,  birisini  cezalandırmaktır. Kişi  nefsini  hesaba  çekip itaatsizlik  yaptığını  ve  günün  başlangıcındaki   şartlanma ve  taahhude  bağlı  kalmadığını  saptadığında, artık  barışçıl  yollarla  değil  ciddi  bir  cezai  mueyyideye  baş  vurmalıdır.  Çünkü   nefis    baş  kaldırış ve  itaatsizliğinden  dolayı  cezalandırılmadığı  ve  gerekli  olan  tepkiyi  görmediği  takdirde  aksi  sonuçlara sebebiyet verir,  daha  pervasız ve  cur‘etkar   bir  şekilde  hareket eder.

    Ahlak alimleri nefsin  serkeşliği ve  isyanı  durumunda  önleyici    iki tedbiri   öngörmüşlerdir.  Yerme ve  cezalandırma. İmam  Ali  Hammam  Hutbesinde  bu  aşamalara  değinmektedir.  Nefis  uysal ve  itaatkar  davranmadığında  sevdikleri  şeylerden  mahrum etmek  gerek. Allah  rızasını  tahsıl  yolunda adım atarak  nefis  terbiyesi  sürecini  başlatmış  olanlar  bu prensipleri  uygulamalıdırlar.

Dediğimiz  gibi  nefsin  farklı  aşamaları  vardır.  Hatalardan ve  yanlışlardan  dolayı  feryad eden nefis  aşamasına  Allah  yemin etmektedir.  Bu aşamaya  Levvame denilir.  Uyanık  olan  nefis veya  vicdan da  denilebilir. Bu  aşamaya  Allah  Kıyamet  suresinde kıyamet  günüyle  birlikte  yemin etmektedir.   Kıyamette  ilahi  mahkemenin    önemi  ne  ise.  Bu dünyada da   kınayıcı   nefsin  rolü odur.  Şairin  ifadesiyle

Ben, bitkin gönüllünün içinde  bilmediğim  biri  vardır.

 Ben sessizim ama   feryadu  figan  etmektedir.

   Kıyamet  gününün  ayetlerine  bakalım.

  

  • لَٓا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِۙ
  • وَلَٓا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

Sandıkları gibi değil, kıyamet gününe yemin ederim!

Öyle değil, kendini kınayan nefse yemin ederim!

Yüce Allah’ın Kur’an’da herhangi bir konuyu yemin ederek zikretmesi o konunun ve kendisine yemin edilen şeyin önemine işaret eder. Burada da korkunç manzaralarla dolu kıyamet gününe ve kendini kınayan, sorgulayan nefse dikkat çekilmiştir.

 İnsan nefsi iki temel özelliğe sahiptir: a) Nefis dinamiktir, kendi kendisini dengeleyici bir sistemdir ve onda zıt eğilimlerin meydana getirdiği psikolojik bir gerginlik ortamı vardır. Bu gerginlikler davranışlarda güdüleyici bir sistem olarak rol oynarlar. Kur’an’da muhtelif âyetlerde nefsin bu özelliğine işaret edilmektedir (meselâ bk. Şems 91/7-10; Tîn 95/4). b) Nefiste gelişme ve olgunlaşma gücü vardır. İlkel haliyle nefis, içgüdüsel isteklerin baskın olduğu, dolayısıyla ahlâkî ölçülere uyum sağlamakta zorlandığı için kötülüğe yatkındır. Bu özellikteki nefis derecesine nefs-i emmâre denilir

Mutasavvıflar ve ahlak alimleri, nefsin mertebelerini ve nefsin hallerini şu şekilde açıklamışlardır: 1. Nefs-i emmâre: Şeytana uyarak şehevî isteklerin yerine getirilmesini emreden ve kalbi süflî yönlere çeken kuvvet demektir. 2. Nefs-i levvâme: Şehevî arzulara karşı mücadele eden ve işlediği günahlardan dolayı üzülüp kendini kınayan, yargılayan ve kendisini düzeltmeye çalışan nefis basamağıdır. 3. Nefs-i mülheme: İlham ve keşfe mazhar, hayır ve şerri idrak edebilme melekesine sahip olan ve şehevî isteklere karşı direnen nefistir. 4. Nefs-i mutmainne: İman nuruyla tam aydınlanmış, kötü sıfatlardan kurtulup yüce ahlâk ile bezenmiş olan nefistir. Bu dereceye ulaşan nefsin çatışmaları yatışmış, sıkıntı ve gerilimleri son bulmuştur. Bu nefis hem Allah ile hem kullarla hem de kendisiyle barışık olduğu için huzur ve tatmin içerisindedir. 5. Nefs-i zekiye: Nefsi kirletecek inkâr, cehalet, kötü hisler, yanlış inançlar ve kötü huylardan temizlenmiş; iman, ilim, irfan, iyi hisler, güzel huy ve ilâhî ahlâk gibi takva özellikleriyle terbiye edilip ilâhî tecellilere mazhar olan nefis demektir. 6. Nefs-i râziye: Kendisi ve başkaları hakkında –hayır veya şer olarak– tecelli eden ilâhî hükümlere tereddütsüz rıza gösterip teslim olan nefsin makamıdır. 7. Nefs-i marziyye: Allah ile kul arasında rızanın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’tan, Allah’ın da kuldan razı olduğu makamdır. 8. Nefs-i kâmile: Kişinin marifet sıfatlarını kazanarak irşad mevkiine yükseldiği makamdır.

 Kur’anı  Kerim   Tebuk  savaşında Peygamberin  emrine  uymayan ve  çağrısına  boyun eğmiyen ve sonraları pişman  olup  kendi  nefislerini  tenbih  etmek ve  cezalandırmak  için  kendilerini  caminin  direğine  bağlayan  üç  kimsenin  hikayesini  tevbe suresi 117-118 ayetlerde   şu  şekilde  dile  getirmektedir.

  • لَقَدْ تَابَ اللّٰهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِر۪ينَ وَالْاَنْصَارِ الَّذ۪ينَ اتَّبَعُوهُ ف۪ي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَز۪يغُ قُلُوبُ فَر۪يقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّهُ بِهِمْ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌۙ

Şu bir gerçek ki Allah, peygambere ve -içlerinden bir grubun kalpleri kaymaya yüz tutup, arkasından Allah tövbelerini kabul buyurduktan sonra- o sıkıntılı zamanda peygambere bağlılıklarını koruyan muhacirlere ve ensara lutfuyla muamele etti. Allah onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.

Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e Tebük Seferi’nin meşakkatlerine katlanıp bu seferi başarıyla tamamlamayı, büyük sevap ve müslümanlar için hayırlı neticeler elde etmeyi nasip etmiş, önceki durumuna göre onu daha mütekâmil bir duruma getirmiştir. Resûlullah’a bağlılıklarını koruyan muhacir ve ensara da bu zorlu sınav ile kusurlarından daha bir arınma ve ilâhî rızâya daha fazla yaklaşma fırsatı sağlamıştır. Moralleri bozulmaya yüz tutanlara, yani Hz. Peygamber’in sefer kararını birtakım tereddüt ve olumsuz düşüncelerle karşılayan veya sefer sırasındaki güçlüklerden ötürü geri dönmeyi akıllarından geçirmeye başlayanlara gelince, bağışlamak suretiyle onları bu aşağı mertebeden kurtarıp durumlarını iyileştirmiştir (İbn Atıyye, III, 92-93). 

  • وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِۜ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟

Allah geriye bırakılan (savaşa katılmayan) üç kişinin de tövbesini kabul etti. Sonunda, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmeye başlamış, vicdanları kendilerini sıkıştırmış ve Allah’a karşı O’ndan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Bunun üzerine O da eski durumlarına dönmeleri için onlara tövbe nasip etti. Hiç şüphesiz Allah, tövbe kapısını alabildiğine açık tutmakta ve rahmetiyle kuşatmaktadır.

Tebük Seferi’ne katılmamaktan ötürü pişmanlık duymakla beraber hemen özür dilemeyen ve tövbeye yönelmeyen üç kişiden söz edilmektedir. Rivayetlere göre bu üç kişi Kâ‘b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî‘dir. Hz. Peygamber seferden dönünce, sıhhî ve malî durumları elverişli olduğu halde sefere katılmayan ve hemen günahlarını itiraf edip tövbeye yönelmeyen bu üç kişinin yüzüne bakmadı. Müslümanlar da Resûlullah’a uyarak geçici olarak onlarla ilişkilerini dondurdular. 106. âyette kendilerinden, “Bir diğer grubun durumu ise Allah’ın hükmüne kalmıştır; ya onlara azap edecek veya tövbelerini kabul edecektir” diye söz edilen bu kişiler, yaklaşık elli gün süren çileli bir bekleyiş içine girdiler. Nihayet bu âyetin nâzil olmasıyla tövbelerinin samimi olduğu ve Allah tarafından kabul edildiği bildirilince yüzleri güldü; Resûlullah’ın ve müslümanların arasına döndüler, âdeta hayat onlar için yeniden başlamış oldu.

 Âyetin “geriye bırakılan” diye çevirdiğimiz kısmını, “Tebük Seferi’nden geri kalanlar” şeklinde yorumlayanlar bulunmakla beraber, çoğu müfessirler 106. âyetle irtibatlandırarak buna “bağışlanmaları ertelenenler” mânasını vermişlerdir; olaya konu olan sahâbîlerden yapılan nakiller de bu anlamı desteklemektedir (Taberî, XI, 56-62; İbn Atıyye, III, 92-94).

 Konuyla  ilgili  olarak Tevbe  suresi 102.  Ayeti  kerimede de  şöyle  buyurmaktadır:

  • وَاٰخَرُونَ اعْتَرَفُوا بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُوا عَمَلاً صَالِحاً وَاٰخَرَ سَيِّئاًۜ عَسَى اللّٰهُ اَنْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ

Bir başka grup iyi işe bir de kötü iş karıştırmış olarak sonra günahlarını itiraf etmişlerdir. Umulur ki Allah onların tövbesini kabul eder. Şüphesiz Allah çok esirgeyici, çok bağışlayıcıdır.

Esasen samimi bir imana sahip olmakla beraber, zaman zaman hakla bâtıl arasında med cezirler yaşayan ve bu yüzden dış dünyaya yansıyan davranışlarında gerçek mümine yaraşan ve yaraşmayanları birbirine karıştıran, hem iyi hem kötü şeyler yapan tipler de vardır. Bunlar dış etkilerin uzağında bir nefis muhasebesi yaptıklarında davranışlarındaki bu uyumsuzluğu farkedip pişmanlık duyarlar. Yukarıdaki bazı âyetlerde belirtildiği üzere, bunlar gerçek mânada inanmadığı halde inanmış gibi görünenlerin girdiği yola girmeyip kendilerini mâzur göstermeye çalışmazlar, günahlarını itiraf ederler. İşte âyette bunların bu pişmanlıklarının kendilerine fayda sağlayacağı, yüce Allah’ın onları bağışlayacağı ifade edilmiştir. “Umulur ki” şeklinde tercüme edilen “e‘sâ” yardımcı fiilinin Cenâb-ı Allah hakkında kullanılması, belirtilen hususun gerçekleşeceği anlamındadır; zira Allah’ın keremine sınır yoktur, O bir işle ilgili ümit verici ifade kullanmışsa, bu o işin olacağını gösterir (Taberî, XI, 12).

 Âyetin inmesine vesile olan olayla ilgili rivayetlerin ayrıntılarında farklılıklar bulunmakla beraber bunlar, âyette, durumları müsait olduğu halde Tebük Seferi’ne katılmaktan kaçınıp sonra samimi olarak pişmanlık duyan ve mazeret üretme cihetine gitmeksizin hatalarını itiraf eden kişilere işaret edildiği noktasında birleşirler. Sayıları ve kimlikleri ile ilgili farklı rivayetler bulunan bu kişiler sefere çıkmaktan geri kalanlarla ilgili âyetleri duyunca öylesine bir vicdan azabı ve pişmanlık hissetmişlerdi ki, kendilerini Mescid-i Nebevî’nin direklerine bağlamışlar ve Resûlullah kendilerini çözmedikçe orayı terketmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Hz. Peygamber seferden döndüğünde âdeti üzere önce mescide gitti, onları bu halde görünce sebebini sordu. Çevredekiler durumu açıklayınca, Resûlullah vahiy gelinceye kadar kendisinin de onları çözmeyeceğine ve özürlerini kabul etmeyeceğine yemin etti. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu ve Hz. Peygamber adam gönderip onları çözdürdü ve özürlerini kabul etti (Taberî, XI, 12-16).

İmam  Ali  hazretleri  de  konuyla  ilgili  olarak şöyle  buyurmaktadır

اِذا صَعُبَت عَلَیکَ نَفسُکَ فَاصعُب لَها تَذِلُّ لَکَ

Nefsin  seni  zorladığında  sen de  onu  zorlaki  sana  boyun eğsin.   Veya 

مَن ذَمَّ نَفسَهُ أصلَحَها

Nefsini  eleştiren  onu  düzeltir .

 Konuyla  ilgili  olarak  büyük  müctehid  Ayetullah  Brucerdiden  de  şu  nakil  yapılamkatdır.  Ders  verdiğinde  bazen  soru  soran  talebeler  öfkelenip kızdığında. Bu  öfkesi merhametli  bir  bababnın  çocuklarına  öfkelenmesi ve bağırıp  çağırması  gibi  olmasına  rağmen, kısa  bir  sure  sonra   pişmanlık  duyar ve ertesi  gün  nefsini  cezalandırmak  için  oruç  tutardı.

Büyük Ahlak  öğretmeni Molla  Ahmed  Neraqi  bu  hususta  şöyle  diyor: İnsanın  nefsi  bir  hata  ve  yanlış  yaptığında onu uzun  ibadetler  ve  sevdiği  malı  fakirlere  dağıtarak tenbih edip  cezalanadırmalı. Eğer  kişi  şübheli veya  haram  bir  lokma  yemişse, biraz açlıkla  kendini  cezalandırmalı.  Eğer  bir  müslümanı  kınamışsa onu  medh etmeli ve  konuşmamakla  kendisini  cezalandırmalı veya Allahın  zikri  ile  bunu  telafi etmelidir.

Eğer  fakir ve   yoksul  birine hakaret ve  ihanet ederse, o  kimseye  bolca  bağışta  bulunmalıdır. Bunun gibi diğer  hata ve  günahları da telafi etmek  için benzeri  şekilde davranmalıdır.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment