نماز جمعه

Muttakilerin Özellikleri (37)

Hamburg İslam Merkezi Başkanı ve İmamı

Hüccetül İslam Dr. Muhammed Hadi Müfettih

Konu: Muttakilerin Özellikleri 34 – Zorluklarda Sabır

Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmeyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz, Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalplerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçisi ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz. Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mücadele ve dava arkadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm Müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun

Muttakilerin özellikleri 34

وَ صَبْراً فِي شِدَّةٍ

Zorluklarda Sabır

Bu cümle takva ehlinin zorluk ve sıkıntılarda sebat, metanet ve istikametlerini kaybetmediklerine işaret etmektedir. Sabır ve metanet muttakilerin en bariz özelliklerindendir. Konuyla ilgili olarak Allah Resulü bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

إنَّ الصَّبْرَ نِصْفُ الإيمانِ

Sabır imanın yarısıdır. Yine konuyla ilgili olarak başka bir hadislerinde Allah Resulü şöyle buyurmaktadır.

الإيمانُ نِصْفانِ; نِصْفٌ فِى الصَّبْرِ وَ نِصْفٌ فِي الشُّکْرِ

İman iki yarıdan oluşmaktadır. Yarısı sabırda ve diğer yarısı ise şükürdedir. (Biharu’l Envar c 74. S 151.)

Zorluklar ve sıkıntılar bu dünya hayatının kaçınılmaz parçasıdır. Ancak bu zorluklar ve sıkıntılar insana yaşamında güç ve direnç kazandırmakta ilerleme ve gelişmeye kapı aralamaktadır. İslam öğretilerinde, zorluklar ve sıkıntılara müspet bir yaklaşımla yaklaşılmaktadır. Bu zorluklar ve sıkıntılar mümin için bir imtihandan ibaret olan dünya hayatının bir gereği olarak telakki edilmektedir. Konuyla ilgili olarak İmam Hasan al Askariden varit olan bir hadiste şöyle denilmektedir.

ما مِنْ بَلِيَّة إِلاّ وَ لِلّهِ فيها نِعْمَةٌ تُحيطُ بِها

“İlahi bir nimetin kuşatmış olmadığı bir bela yoktur. „ (Biharu’l Envar c 75. S 374)

Kur’anı Kerim bütün insanların bu dünya hayatında sahip olduğu imkanlar ve nimetlerle bir imtihana tabi olduğuna ışık tutmaktadır: Bakara suresi 155. 157. ayetlerde bu bağlamda Yüce Mevla şöyle buyurmaktadır.

وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ

اَلَّذ۪ينَ اِذَٓا اَصَابَتْهُمْ مُص۪يبَةٌۙ قَالُٓوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَۜ

اُو۬لٰٓئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!

Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde, “Doğrusu biz Allah’a aidiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz” derler.

İşte rablerinin lutufları ve rahmeti bunlar içindir ve işte doğru yola ulaşmış olanlar da bunlardır.

Müslümanlar Mekke’den Medine’ye göç ederek müşriklerin saldırılarından kısmen kurtulmuşlardı. Bununla birlikte hicretin ilk yıllarında hâlâ kaygı ve korkuları vardı; yeni vatanları olan Medine de putperestlerin tehdidi altındaydı. Nitekim kısa zaman sonra çatışmalar başladı. Bu arada müslümanlar ağır maddî sıkıntı çekiyorlardı; hicret edenler mallarını geride bırakmışlardı; çatışmalarda da mal ve can kaybına uğruyorlardı. İmkânlarını kardeşçe paylaşmalarına rağmen –Peygamber ailesi de dahil olmak üzere– çok zaman günlerce karınlarını doyuramıyorlardı. Âyette özellikle Medine döneminin ilk yıllarındaki bu sıkıntılara işaret edilmekle beraber, genel anlamda Allah’ın insanları bu tür sıkıntılarla imtihan etmesi her zaman mümkün olduğundan, âyetin anlamı ve amacı da mutlak ve geneldir. Buna göre Allah müslümanları o zaman denemiştir, dilediği her zaman da dener. Allah’a dayanıp sıkıntıları altında ezilmeyenler hem dinî hem de dünyevî bakımdan hep kazanmışlardır; bu Allah’ın yasasıdır. Onun için 155. âyetin sonunda “Sabredenleri müjdele” buyurularak yeniden sabra vurgu yapılmış; 156. âyette bu sabrın imanla ve teslimiyetle bütünleşmiş bir sabır olduğu özellikle belirtilmiştir. Bu âyetler bir yandan Hz. Peygamber’le ona inanan ilk müslümanların sahip oldukları kesin imanla yüksek ahlâkı ve üstün moral gücünü yansıtmakta; bir yandan da örnek müslümanın karakteristik yapısını tanımlamaktadır. Bu yapının temel taşı Allah’a sarsılmaz iman, güven ve teslimiyettir; sadece Allah’a ait olduğumuzun ve en sonunda O’na döneceğimizin bilinci içinde, başarı ve kurtuluşu da yalnız Allah’tan beklemek, bu imanın bir ürünü olarak Allah karşısında her zaman ümitli ve iyimser olmak, düşmanlar karşısında da onurlu ve kişilikli olmaktır.

Meâlinde “lutuflar” şeklinde çevirdiğimiz 157. âyetteki salavât kelimesi salâtın çoğuludur. Tefsirlerde salât çoğunlukla “mağfiret” (bağış) kelimesiyle açıklanmıştır. Fahreddin er-Râzî ise bu âyetteki salât ve rahmet kelimelerini şöyle açıklar: “Salât Allah’tan olunca senâ, medih (övgü) ve yüceltme anlamına gelir; rahmet ise Allah’ın verdiği ve vereceği nimetlerdir” (IV, 155). Buna göre âyet, Hz. Peygamber ve müslümanların yaptığı gibi hayatın türlü zorluklarına karşı koyan; özellikle inançlarını, vatanlarını ve diğer yüksek değerlerini koruma uğruna karşılaştıkları sıkıntılara sabır ve metanetle direnen; Allah’a olan inançlarını, güven ve teslimiyetlerini, iyimserliklerini, sabır ve metanetlerini her zaman koruyan yüksek karakterli müminler için, daha yücesi düşünülemeyecek güzellikte bir iltifattır. Çünkü burada müminlere övgülerde bulunup onların hidayette olduklarını bildiren bizzat Allah’tır. Bir mümin için bundan daha büyük bir lutuf ve şeref düşünülemez.

Sabrın Dünyevi Faydaları

Allah Kur’anı Kerimde zorluk ve sıkıntılardan sonra daima kolaylık ve rahatlığın olacağını müjdelemektedir. İnşirah suresinde şöyle buyurmaktadır:

فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراًۙ

اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْراًۜ

Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

Hz. Peygamber ve arkadaşları Mekke döneminde müşriklerin giderek değişik şekildeki işkencelere kadar varan baskılarından acı çekiyorlardı. Bu durum hem peygamberi hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah Resulünü ve müminleri teselli edip gönüllerini rahatlatmak için bu âyetleri indirerek sıkıntılardan sonra ferahlığın ve başarının geleceğini müjdelemiştir. Rivayete göre bu sûre inince Hz. Peygamber, 5 ve 6. âyetlerde güçlüğün yanında kolaylığın da bulunacağının iki defa zikredilmesini göz önüne alarak, kendisine inananlara, “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir güçlük iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuştu (Muvatta’, “Cihâd”, 6; Taberî, XXX, 151).

İnsan hayatında zorluk ve sıkıntılara katlanmadıkça, meşakketler ve acılar potasında çelikleşmedikçe amaç ve maksadına ulaşamaz. Dünya tarihinde başarılı olan insanlar, alimler ve seçkinler ve ilahi önderlerin tümünün hayatına bir göz attığımızda, bunların bir çok musibet, bela ve sıkıntılara göğüs gerdiğini, telaş ve çabadan el çekmediğini, azim ve kararlılıkla hedefe doğru hareket ettiklerini görmekteyiz. İnsan için dünyada da ahirette de kazanımının dışında bir şey yoktur. Konuyla ilgili olarak Necm suresi 39. Ayeti kerimesinde Yüce Mevla şöyle buyurmaktadır.

وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ

وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ

İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder.

Ve çabasının karşılığı ileride mutlaka görülecektir.

Bir insan başkasının günahından dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi, çalışmasının dışında bir şeyle sevap alması da kendi has hakkı değildir. Olursa, başkasının hediyesi, bağışı olur. Gerçi “Herkesin kazandığı iyilik kendilerine, kötülük de kendi aleyhinedir…” (Bakara, 2/286) âyetinden ilk bakışta “insana çalışmasından başkası yoktur” mânâsı anlaşılırsa da, insana gerek dünyada gerek ahirette kazancından başka vehbî olarak (Allah tarafından) verilen nice rahmet ve ilâhî bağışların bulunduğunda da şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın emrolunduğu, dünya ve ahirette de fayda sağladığı bilinmektedir. “Peygamberlerin şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber faydalı olduğu bilinen karşılıksız işlere gelince, bütün bunların fayda sağlaması, insanın kendi ameli olan imana ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca hiçbir şeyin faydası olamayacağı için, bunlarda da faydalı olan yine kendi gayret ve amelidir.” Ebu Hayyân tefsirinde şöyle bir rivâyeti nakleder: Horasan valisi Abdullah b. Tâhir, Hüseyin b. Fadl’a “Allah dilediğine kat kat verir.” (Bakara, 2/261) âyeti hakkında soru sormuştu. Hüseyin ona, “Adaletle ancak insana çalıştığı, lütufla ise Allah’ın dilediği kadar vardır.” diye cevap verdi.

Mevlana Celaleddini Rumi kötü ahlaklı. Dik kafalı ve geçimsiz bir eşi olan bir arifibillahın hikayesini bu bağlamda anlatmaktadır: Bu arifin muridi onu evinde ziyaret etmek için evine gidiyor. Ancak kadın bu konuğa karşı çok saygısızca davranıp,hem arife karşı ve hem de ona karşı kötü sözler sarfedip onu tersleyerek evin kapısından kovdu. Murid eve geri dönerken arifi ormanda yükünü bir arslana yükletip, elinde bir yılanla arslanı sürdüğünü gördü.

Murid kendi kendine şöyle mırıldanıyordu:

Bu din şeyhi, böyle bir kadını neden evinde yar ve arkadaş olarak tutuyor

Zıt zıtla nasıl uzlaşır? Maymun insanların önderiyle nasıl beraber olur.?

Tekrar ateşli bir la havle çekiyor; benim onun işine itirazım küfürdür, kindir diyordu.

Şeytanın cebrail ile ne ilgisi olabilir ki onunla konuşup söz arkadaşı olsun diyordu.

Halil azer ile nasıl anlaşabilir? Klavuz yol kesiciyle nasıl uzlaşabilir.

Bu düşünceler içindeyken ünlü şeyh, bir aslan üstüne binmiş halde karşısına çıkı verdi

Kükreyen aslan odunu taşıyordu, o kutlu adamda odunların üstüne oturmuştu.

Yüceliğinden kırbacı bir yılandı, yılanı bir kamçı gibi ele almıştı.

Sen şunu iyice bilki gerçekten şeyh olan, sarhoş aslanın üstüne biner.

Seyhi gören murid arzı selam ve edep ettikten sonra, şaşkın ve hayran olarak şeyhe sordu. Bu kadar üstün bir makam ve mertebe sahibi olduğunuz halde bu küfürbaz hanımı nasıl evde tutuyorsun. Arif bu hanımın eziyet ve cefasına katlandım. Sabırlı davrandım Allah bu makamı verdi. Dahası eşimin kötü ahlakına karşı sabırlı davrandığım için Allahın bana verdiği keramet ve mertebenin küçük bir cüzünü görmüş durumdasın.

Sabrım kadının yükünü çekmeseydi, erkek aslan benim yükümü ücretsiz çekermiydi hiç.

Ben hakkın yükleri altında öne geçmek için, sarhoş kendinden geçmiş yük devesiyim.

Ben onun emri ve fermanı karşısında ham halat bir kişi değilim halkın kınayışını düşüneyim.

O ahmağında onun gibi yüz tanesinin de nazını çekeriz ama bu ne renk aşkındandır, ne de korku sevdasından

Bu kadarcığı bizim talebelerimizin dersidir. Savaş meydanındaki şan ve şevketimiz nereye varır sen düşün.

Nereye mi varır? Kendisine yol bulunmayan hak ayının göz alıcı ışığından başka bir şeyin olmadığı yere

Orası bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzaktır. Nurun, nurunun. nurunun nurudur.

Sabır genişliğin anahtarıdır, sözü ardınca darlık yükünü güle oynaya çek diye

Bu alçakların alçaklığıyla uzlaşırsan, sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

Çünkü peygamberler alçakların eziyetini çok görmüşlerdir. Böylesi yılanlar yüzünden çok kıvranmışlardır.

Çünkü bağışlayıcı olan Allahın muradı ve hükmü ezelde tecelli ve zuhur etmekti

Zıt olmadan onun zıddı görülemez. Ama o eşsiz benzersiz padişahın zıddı yoktur.

Sabrın Ahiretteki etkisi

Allahın dostlarının imtihanı her daim daha zor ve meşşakketli olagelmiştir. İmam Musa Kazım Hazretleri konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.

اَلمُؤمِنُ مِثلُ کفَّتَی المِیزانِ کُلَّما زیدَ في إیمَانِهِ زیدَ في بَلائِهِ

“Mümin terazinin iki kefesi gibidir, imanı artıkça belaları da artmaktadır (Tuhefü’l Ukul s 408)

İnsan tabiatı itibarıyla kendisini sorunsuz, sıkıntısız ve her yönüyle hali vakti yerinde, varlıklı görünce, hem Rabbine karşı ve hem de insanlara karşı gurura, azmaya, taşmaya, böbürlenmeye ve üstünlük taslamaya başlar. Buda beraberinde fesat ve çözülmeyi, hubut ve sukutu getirir. Sıkıntı ve balalara düçar kaldığında Rabbe yönelerek kalbinin derinliklerinden münacat edip çağırmaya başlar. Allah müminlerin gurura kapılıp kendilerini kaybetmemek ve onların feryadını ve duasını, yalvarış ve yakaraşını işitmek için, musibet ve belalarla imtihan etmektedir. Öte yandan bela ve sıkıntıların insanı çelikleştirip cürüften, kir ve pastan temizleyerk saflaştırdığını da unutmamak gerek. Belalar, sözleşmelere bağlılık için de bir ölçüdür. Çünkü nice dindar insanlar vardır ki zorluk ve sıkıntılar baş gösterdiğinde dindarlıktan el etek çektiğini de görmekteyiz. Fecir suresi 15.16. Ayeti kerimesi bu hakikata ışık tutmaktadır.

فَاَمَّا الْاِنْسَانُ اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ رَبُّهُ فَاَكْرَمَهُ وَنَعَّمَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَكْرَمَنِۜ

وَاَمَّٓا اِذَا مَا ابْتَلٰيهُ فَقَدَرَ عَلَيْهِ رِزْقَهُ فَيَقُولُ رَبّ۪ٓي اَهَانَنِۚ

İnsana gelince, Rabbi ona imtihan için ikramda bulunduğunda ve onu nimetlere boğduğunda, “Rabbim bana ikram etti” der (mutlu olur).

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise “Rabbim beni önemsemedi” der (mutsuz olur).

Daha önceki ayetlerde, azgınlık ve taşkınlıkları yüzünden helâk edilen kavimlerin durumu haber verilerek gereken uyarı yapıldıktan sonra insanoğlunun azmasına ve kötü sonuçlara sürüklenmesine sebep olan, kendini beğenmişlik ve bencillik duygularından gelen başka zaaflarına dikkat çekilmektedir. Hz. Peygamber Mekke müşriklerine tuttukları yolun yanlış olduğunu, bu gidişleriyle bir gün mutlaka Allah tarafından cezalandırılacaklarını hatırlattıkça onlar da tam tersine, kendi yollarının doğru olduğunu, nitekim bu sayede Allah tarafından kendilerine bol nimetler ve servetler ikram edildiğini savunuyorlardı. Şu halde 15. âyetteki “insan” kelimesiyle bilhassa belirtilen karakterdeki Mekke müşrikleri ve aynı karakteri taşıyan zaman surecindeki tüm insanlar kastedilmiştir. Yüce yaratıcı, hikmeti ve imtihan düzeni gereği, böyle birini çeşitli yeteneklerle donatıp bol nimete kavuşturduğunda o, bu nimetlerle bir sınamadan geçirildiğini, bunların bir hikmetle kendisine verildiğini düşünerek şükrünü yerine getirmesi gerekirken, bu sorumluluğu aklından bile geçirmeyip sırf lâyık olduğu için kendisine bu nimetlerin ikram edildiğini düşünüp mutlu olur; sahip olduğu nimetlerden başkalarını yararlandırarak onların da bu mutluluğa ortak olmaları yönünde bir gayret göstermez. Fakat aynı insan rızkında bir daralma olduğunda bunun da bir hikmet gereği meydana geldiğini, uhrevî bir mükâfata erişmesine veya akılsızca bir zevk ve safaya düşmekten korunmasına vesile olabileceğini yahut kendi kusurunun, çalışma ve gayretteki noksanlığının bir neticesi olabileceğini düşünerek sabretmesi ve kusurlarını gidermesi gerekirken o, kendisinin Allah tarafından göz ardı edildiği ve haksızlığa uğradığı iddiasında bulunma anlamına gelebilecek davranışlar içine girer, yakınıp sızlanmaya ve isyan etmeye başlar.

Bela ve musibetler konusunda İmam Ali hazretleri Nehcu’l Belağede şöyle buyurmaktadır: “Bela zalim için edeptir, mümin için imtihan, peygamberler için derece ve veliler için keramettir.„

وَالَّذ۪ينَ صَبَرُوا ابْتِغَٓاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَؤُ۫نَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ اُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِۙ

Ve onlar Rablerinin rızasını elde etmek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda gizli açık harcayan, kötülüğü iyilikle savan kimselerdir. İşte dünya hayatının güzel sonu (cennet) sadece onlarındır.

Allah’ın rızâsını kazanmak için uğrunda karşılaştıkları her türlü sıkıntılara sabrederler; namazlarını vaktinde dosdoğru kılarlar; Allah’ın kendilerine vermiş olduğu nimetlerden gizli açık Allah yolunda harcarlar; kötülüğü iyilikle savarlar yani haksızlığa karşı adaletle, yalancılığa karşı doğrulukla, rezilliğe karşı da erdemle mücadele ederler. İşte dünya yurdunun güzel sonu yani cennetler bunlarındır. Bu güzel sonun ne olduğu bundan sonraki (23-24.) âyetlerde açıklanmıştır.

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ اٰبَٓائِهِمْ وَاَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلٰٓئِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍۚ

سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِۜ

O güzel son, babalarından, eşlerinden ve çocuklarından lâyık olanlarla birlikte girecekleri adn cennetleridir; melekler de “Sabretmenize karşılık elde ettiğiniz esenlik daim olsun! Dünya yurdunun ardından ulaştığınız sonuç ne güzel oldu!” diyerek her kapıdan onların yanına girerler.

Sözlükte “devamlı ikamet edilen yer, bir şeyin merkezi ve ortası, bir cevher veya madenin aslı, yatağı” mânalarına gelen adn kelimesi Kur’an’da cennet kelimesi ile birlikte zikredilerek insanın aslının (Âdem) yaratıldığı ve âhirette müminlerin sonsuza kadar kalacağı çeşitli cennetleri tasvir etmek üzere kullanılır. Kur’an’da on bir yerde söz konusu edilen adn cennetleri, “içinde güzel meskenlerin, tahtların, altın ve incilerle süslenmiş ince ipekten yeşil elbiselerin, sabah akşam ikram edilen türlü yiyeceklerin, eşlerine bağlı hûrilerin ve çeşitli ırmakların bulunduğu ebedî bir yurt” olarak tasvir edilmektedir (krş. Tevbe 9/72; Nahl 16/31; Meryem 19/61; Fâtır 35/33

20-22. âyetlerde özellikleri anlatılan müminlerin bu cennetlere gireceği vaad edilmektedir. İnsanoğlu bu dünyadaki şuur ve duygularına göre cennette bile mutlu olabilmek için yakınlarının da orada olmasını ister. Bu arzu 23. âyette müsbet karşılanmakla beraber bir şarta bağlanıyor: İman, ahlâk ve iyiliklerle buna lâyık olmak. Aksi halde yalnızca cennetlik kimselerin yakını, sevgilisi olmak kişiye oraya girme hakkı vermeyecektir.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment