نماز جمعه

Muttakilerin Özellikleri (22)

Konu: Kur’an İle Şifa Bulmak

Hamburg İslam Merkezi Başkanı ve İmamı

Hüccetül İslam Dr. Muhammed Hadi Müfettih

Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz, Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz. Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mucadele ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun

Muttaqilerin ondokuzuncu fazileti: Kur’an ile şifa bulmak

یَحَزُنُونَ بِهِ أَنْفُسَهُمْ، وَ یَسْتَثِیرُونَ بِهِ دَوَاءَ دَائِهِمْ

Kur’an ile mahzun oluyor ve hastalıklarının devasını onda buluyorlar

İmamınm ifadesinden muttaqi insanların Kur’an ile irtibati bir tabib ve hasta irtibati gibidir. Yani Mümin birçok maddi ve manevi hastalığının tedavisini Kur’anda aramaktadır. Şifasını Kur’anda arayan her mümin, ayetleri sanki yeni kendisine nazil oluyormuş ve muhatap kendisidir gibi bir haleti ruhiye ile tam bir dikkat, özen ve derin bir tefekkür ve tedebbür ile okur. Yukarıdaki beyanın devamında Kur’anı tedebbür ve derin düşünceyle okuyanlar hakkında İmam hazretleri şöyle buyurmaktadır:

– فَإِذَا مَرُّوا بِآیَةٍ فِیهَا تَشْوِیقٌ رَکَنُوا إِلَیْهَا طَمَعاً وَ تَطَلَّعَتْ نُفُوسُهُمْ إِلَیْهَا شَوْقاً وَ ظَنُّوا أَنَّهَا نُصْبُ أَعْیُنِهِم

– وَ إِذَا مَرُّوا بِآیَةٍ فِیهَا تَخْوِیفٌ أَصْغَوْا إِلَیْهَا مَسَامِعَ قُلُوبِهِمْ وَ ظَنُّوا أَنَّ زَفِیرَ جَهَنَّمَ وَ شَهِیقَهَا فِی أُصُولِ آذَانِهِمْ

– فَهُمْ حَانُونَ عَلَى أَوْسَاطِهِمْ مُفْتَرِشُونَ لِجِبَاهِهِمْ وَ أَکُفِّهِمْ وَ رُکَبِهِمْ وَ أَطْرَافِ أَقْدَامِهِمْ

– یَطْلُبُونَ إِلَى اللَّهِ تَعَالَى فِی فَکَاکِ رِقَابِهِمْ

Teşvik ayetlerini okuduklarında ya da dinlediklerinde sanki hakikatleri ve Allah Teala’nın vaadlerini görmekte ve his etmektedirler. Azap ayetlerine ulaştıkları zaman gönüllerinin pencereleri açılır. Azabı görüyor ve hissediyor gibi, bu hakikatleri ve ilimleri canlarıyla yudumlarlar.

Bu takva sahibi insanlar eğiliyor, iki büklüm oluyor, alınlarını toprağa deydiriyorlar. Ellerini ve dizlerini Allah’ın huzurunda toprağa bırakıyorlar. Allah’tan canlarını kurtarmasını talep ediyorlar.

Kur’an Maddi ve manevi, fiziki ve ruhi hastalıklara şifadır

Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’ın maddî ve mânevî hastalıklara şifâ olduğunu yüce Rabbimiz Kitab-ı Kerîminde beyan buyurmaktadır. Kur’ân öncelikle Küfre, şirke, imansızlığa, zulme, adaletsizliğe, her türlü şüphe, evhâm ve vicdansızlığa karşı bir şifâ kaynağıdır… Kur’ân hidâyet rehberidir. Kime şifâdır? Kimin için hidâyettir? Kur’ânın ifadesiyle mü’minler için…

Bu davete uyanlar bu şifayı soluyanlar, gerçek mânevî hazzı tatmakta ve gerçek mutluluğu yaşamaktalar… Çünkü Kur’ân kırk vecihle mu’cize olması sebebiyle ve hiçbir kitapta bulunmayan özellikleriyle beşeriyetin en büyük ve kapanmaz bu yaralarını tedavi etmiştir ve ediyor.

Onun kapısına başvuranlar, Tabîb-i Ekberden en büyük ve müessir reçeteyi almaya hak kazanırlar.

İmân ve intisapla Mâlikini tanıyan ve mâbûdunu bulan, vahşetten, dehşetten, şiddetten, hiddetten kurtulur. Korkularını yener, evhâmını dağıtır, şüphelerden bertaraf olur.

Kur’ânın hangi âyeti hangi maksatla okunursa, o cihette fayda verir.

Alimlerin ifadesiyle “Huz mâ şi’te Limâ şi’te “Yani istediğin her şey için Kur’ân’dan her ne istersen al’ ifade ettiği ma’na, o derece doğruluğuyla makbûl olmuş ki, ehl-i hakîkat mâbeyninde durûb-i emsâl sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’âniyede öyle bir câmiiyyet var ki, her derde devâ, her hâcete gıdâ olabilirKur’ânın maddî ve mânevî hastalıklara şifâ olduğuna dâir yüce Rabbimizin âyetlerinden bir kaçına bakmamız yeterlidir.


يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifâ ve mü’minler için bir hidâyet ve rahmet olan Kur’ân geldi. (Yûnus Sûresi, 10/ 57)

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ۙ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا

Biz Kur’ândan öyle âyetler indirmekteyiz ki; O, mü’minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnızca hüsrânını artırır.” (İsrâ Sûresi, 17/82)
 

Hz. İbrâhîm (as): وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şu’arâ, 26/80) derken şifâyı doğrudan Cenâb-ı Hak’tan istemektedir.
 

Kur’ân, psikolojik, sosyal, rûhî, ailevî, ferdî her türlü hastalıklara şifâdır. Ve bu tür hastalıkların tedavisinde Kur’ândan istifâde etmek gerekir.

Bu demek değildir ki, maddî hastalıklarımız için doktora başvurmayalım, ameliyat olmayalım, tedbirlerimizi almayalım, sağlıklı yaşama kurallarına uymayalım, diyetlerimizi yapmayalım, meşrû dairede sportif faaliyetlerde bulunmayalım. Allah Resûlü (sav)’in “ Ey Allah’ın kulları tedâvî olunuz” emrine ittibâ etmeyelim.

Bu tür fiilî dualarımızı yaparak şifayı Allah’tan istemek gerekir. Yoksa ne ilaç şifa verir, ne de doktor…
 

Hatta, gafletle Hakîkî şifâya muktedir olanı unutup, sonuçları sebeplere verirsek, Allah muhâfaza şirke düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Mü’min; yediğinden, içtiğinden, yuttuğundan, kullandığından gafil olmamalı, Müsebbibü’l-Esbâbı ( sebeplerin sebebi Allah’ı)dâima hatırda, gönülde ve dilde tutmalıdır.

Kur’ân kulûbe kût ve gıda ve ukûle kuvvet ve zenginlikve rûha ma’ ve ziyâ ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan usandırmaz.” Kur’ân mâdem bir rahmet kaynağıdır. Ona yapışan, her derdine bir devâ, her zulmete bir ışık, her ümitsizliğe karşı bir dayanak noktası bulabilir.

Muttaqiler Kur’an okurken neden mahzundurlar

Kur’an’ı indiği şekle ve ortama uygun olarak okumak gerekir. İndiği ortam da genellikle hüzün ortamı idi. “Kur’an’ı hüzünle okuyun. Çünkü o, hüzünle nâzil olmuştur.” Kur’an’ı hüzünle okumak: Okurken tabiî hali terk ederek sanki hudû ve huşûdan ağlıyormuş tavrı takınmaktır. Kur’ân-ı Kerim okurken ağlamak müstahaptır. “Kur’an’ı okuyun ve ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız ağlamaya çalışın veya (hiç olmazsa) ağlar gibi olun. Muhakkak ki bu Kur’an hüzün ile nâzil olmuştur. O’nu okuduğunuz zaman ağlayın. Şayet ağlayamıyorsanız ağlayanın hali içinde olmaya çalışın.”

Kur’an’ı Hüzünlenerek Okumak, “Mü’minler, Allah zikredildiği/anıldığı zaman kalpleri titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları artan kimselerdir“ (8/Enfâl, 2).

Kur’an, biz insanlara değil de; dağa indirilmiş olsaydı, onu Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görecektik“ (59/Haşr, 21).

O yüzden biz de Kur’an’ı huşû içinde, duygulanarak, hüzünlenerek, ürpererek, gözyaşları içinde okumalıyız. Zaten Kur’an iyi anlaşılıp hissedilerek okunduğunda huşû duymamak, ürpermemek mümkün değildir. “Rasûl’e indirileni (Kur’an’ı) duydukları zaman, kavradıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün.” (5/Mâide, 83)

 “Rablerinden korkanların bu Kitaptan tüyleri ürperir. Sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır.” (39/Zümer, 23) “.

Ağlayarak yüzüstü kapanırlar. Kur’an onların huşûunu artırır.” (17/İsrâ, 109).

Rasûlullah (s.a.s.), Kur’an okurken çok duygulanır ve çok ağlardı. O, zaman zaman İbn Mes’ûd’a Kur’an okutur ve dinlerken gözyaşlarını tutamazdı. İbn Mes’ûd anlatıyor: “Rasûlullah bana; “Kur’an’ı bana oku!” buyurdu. Ben (hayretle): “Sana indirilmiş bulunan Kur’an’ı mı sana okuyayım?” diye sordum. Bana: “Evet, ben onu kendimden başkasından dinlemeyi de seviyorum!” dedi. Ben de ona Nisâ sûresini okumaya başladım. Ne zaman ki, “Her ümmete bir şâhid getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şâhid getirdiğimiz vakit durumları nasıl olacak?” meâlindeki 41. âyete geldim. “Dur!” dedi. Durdum ve dönüp Rasûlullah’a baktım; ne göreyim, iki gözünden de yaşlar akıyordu.” (Buhârî, Fedâilu’l Kur’an 32, 33, 35; Müslim, Müsâfirûn 247; Tirmizî, Tefsir, hadis no: 3027).

Abdullah bin Sıhhir şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah’ın yanına gelmiştim; namaz kılıyordu ve ağlamaktan, göğsü kaynayan kazan gibi fokurduyordu.” (Riyâzu’s-Sâlihîn I/486). Bir hadis rivâyeti şöyledir: “Kur’an okuma bakımından, insanların en güzeli, okuduğu zaman Allah’tan haşyet ettiğini (saygıyla çekinip korktuğunu) gördüğüm kimsedir.” “Kıraat yönünden insanların en güzeli, Kur’an okurken hüzünlenen kimsedir.”

 Peygamberimiz (s.a.s.)“Size bir sûre okuyacağım ki, bu sûre okunurken kim ağlarsa cennetliktir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun.” buyurmuş ve her zamanki hüzünlü bir sesi ile Tekâsür sûresini okumuştur.


Ehl-i Sünnetin büyük alimlerinden ve ariflerinden Hasan-ı Basrî şöyle derdi: “Kur’an’ı, O’na inanarak okuyanların hüznü artar, sevinci azalır; ağlaması çoğalır, gülmesi azalır; meşgalesi çoğalır, tembelliği ve neşesi azalır.” (İhyâ I/810). İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “İsrâ sûresindeki secde âyetlerini (17/İsrâ, 107-109) okuyunca, ağlayıncaya kadar secde etmekte acele etmeyin. Şayet sizden birinin gözü ağlamıyorsa kalbi ağlasın.” Gazâli şöyle der: Ağlamanın yolu, kalbe hüzün getirmektir. Hüzün/üzüntüden ağlamak meydana gelir. Hüzünlenmenin yolu, Kur’an’daki tehdit, misak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden yoksun olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür (İhyâ, 2/692).

Hüznün bir diğer sebebi ise Rahman ve rahim olan Allah’tan uzaklık ve fırak, veya Allah’ı kullarından isetdiği şayeste kulluk seviyesine ulaşmamaktır. bu husus Kumeyl duası diye bilinen duada İmam Ali hazretlerinin ağzından Allahtan uzak kalmak ve fırak yaşamak cehennem azabından daha şiddetlidir. Rabbim azabına sabretsem de fırakına nasıl sabredeceğim. Peygamberin, imamların ve evliyanın gece münacatları, yalvarış ve yakarışlarının sırrı bu fırak ve vuslata olan iştiyak olabilir.

Hüznün ve kaygının bir diğer nedeni ise hidayeti yakaladıktan sonra, kişinin nefsi emmareye, insi ve cinni şeytanlara ve dünya şatafatına kendisini kaptırmış olmasıdır. İman ve ilahi bilgi ve beyyinelerle donandıktan sonra, şeytana uyarak yoldan çıkan, Bel’amı Baura‘nın hikayesi ibret ve kaygılanmak için bize hatırlatılmaktadır.

– وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ ﴿اعراف:۱۷۵﴾

“Kendisine kanıtlarımızı verdiğimiz, fakat onları bir kenara atan, bu yüzden şeytanın peşine düştüğü, nihayet azgınlardan olan kişinin haberini onlara anlat.“ (A’raf 175)

 Başta Taberî’nin Câmiu’l-beyân’ı olmak üzere eski tefsirlerde bu âyet yorumlanırken Bel‘am hakkındaki rivayetlere geniş yer verilmektedir. Bu rivayetlerin birinde Hz. Mûsâ’nın, bir ordu ile zorba bir kavmin üzerine gittiği, durumdan kaygılanan bu kavmin, aslında iyi bir kişi olan Bel‘am’dan yardım istedikleri, onun başlangıçta bu isteği reddettiği, fakat bazı hediyelerle kandırıldığı; bunun üzerine kendisinden yardım isteyenlere, Mûsâ’nın askerlerine tuzak olarak kadınlarını süsleyip onlarla zina ettirmelerini öğütlediği, İsrâiloğulları’nın bu tuzağa düşmeleri üzerine Allah tarafından bir ceza olarak baş gösteren bir veba salgınında 70.000 kişinin öldüğü bildirilir.

 Bir görüşe göre bu kişi, Câhiliye döneminin tanınmış şair ve hakîmlerinden Ümeyye b. Ebü’sSalt’tır. Ümeyye kutsal kitapları okumakta, yeni bir peygamberin geleceğini bilmekte, fakat o peygamberliği kendisi için beklemekteydi. Muhammed aleyhisselâm peygamber olunca onu kıskanmış ve inkâr etmiştir. Hz. Peygamber bu kişi hakkında, “Şiiri iman etti, kalbi inkâr etti” demişlerdir (Râzî, XV, 54; İbn Kuteybe, eş-Şi‘ru-ve’ş-Şuarâ’, Leiden 1902, s. 279).

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment