Muttakiler: Kalpleri
daima mahzundur

 

Hamburg İslam Merkezi
Başkanı ve İmamı

Hüccetül İslam Dr.
Muhammed Hadi Müfettih

 

 

Hamd Alemlerin Yüce
Rabbi olan Allah’a olsun. Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti
olmasaydı doğru yola gelmeyecektik. Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül
ediyoruz, Ona ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet talebinde bulunuyoruz. Salat
ve selam ise kalplerimizin mahbubu, nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçisi
ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin
Hz. Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve sünnetinin muhafızı olan
mutahhar Ehl-i Beyti ile mücadele ve dava arkadaşlarından seçkin Ashabının üzerine
olsun. Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm Müslümanların ve bilhassa burada hazır
bulunan muhterem bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun

 

 

Muttaqqilerin bir diğer özelliği Kalpleri daima mahzundur.

İmam Ali Hazretlerinin muttakilerin özellikleri adlı hutbesinde, kalbi hüzün
takva ehlinin erdemlerinden sayılmıştır. Bir başka buyruğunda İmam hazretleri muttakilerin
haleti ruhiyesi hakkında şöyle diyor.

“Müminin sevinci yüzünde, hüznü kalbindedir. Göğsü her şeyden geniş, nefsi
her şeyden alçaktır. Yücelikten nefret eder, şöhrete düşmandır, Gamı uzun, himmeti
yücedir. Sükûtu çoktur. Vakti hep doludur. Çok şükredendir. Çok sabırlıdır. Derin
düşüncelidir. Kimseden bir şey istemez. Tabiatı yumuşaktır. Mütevazidir. Nefsi kayadan
daha serttir tavizsizdir ama bir köleden daha alçak gönüllüdür.” Nehcu’l
Belağe Hikmet 333

 

Bu buyrukta, kalbi hüzün müttaqilerin özelliklerinden sayılırken, öte
yandan biz Allah’ın dostlarını öven 13 ayeti kerimede onlar için hiç bir korku ve
hüznün olmadığı ifade edilmektedir. Konuyla ilgili olarak A’raf suresi 35. Ayeti
kerimede şöyle denilmektedir. “Ey Âdemoğulları! İçinizden ayetlerimizi size
açıklayan peygamberler size geldiğinde, kim takvalı olur sorumluluk bilinciyle
hareket eder ve kendisni düzeltirse. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmezler
de.” Yine konuyla ilgili olarak Zümer suresinin 61. Ayetinde şöyle buyuruyor
Yüce Mevla: “Allah, takvalı olanları, elde ettikleri kurtuluş araçlarıyla
kurtarır. Onlara bir kötülük dokunmaz ve onlar üzülmezler.” Durum böyle
iken İmam Ali hazretlerinin iman ve takva ehli olan insanların kalbindeki hüzünden
maksadın ne olduğuna bir bakıverelim. Bu hüznü Kur’anın müminler için nefyettiği
hüzün üzüntüyle nasıl bağdaştırabiliriz. Yoksa bu iki hüzün tamamen ayrı durumlardır.

 

Dünya Hüznü:

Dünya için kederlenmek, bu dünya işleri üçün üzülüp gam yemek muttakilere şayeste
bir durum değildir. Dünya için üzülmek İslam irfanında ciddi bir şekilde yerilmiştir.

 

Şairin ifadesiyle

Bu basit dünyanın gamını ne kadar yiyeceksin aşk şarabından al

Dana bilgin gönlün bu kadar perişan olmasına yazıktır

Ey seher rüzgarı kulluğumu ulaştır

Seher duası vaktinde beni unutma

Bana mahsus halvetgahımı göster ki bundan böyle

Seninle aşk şarabından alıp dünya gamını yemiyeyim

Arif insanlar eğer sürekli şen ve hoşnud görünüyorlarsa, bu durum onların dünya
için üzülüp kederlenmediklerini göstermektedir.

 

Ayrılığın Üzüntüsü Hüznü

İnsanın Allah’ın dergahından kendini uzak hissetmesi ve Allaha şayeste ve layık
bir kulluk yapamamasından dolayı takva ehlinin kalbinde yürek yakıcı bir hüzün ve
gam şekillenir. İmam Ali’nin ifadesiyle cehennem ateşinden daha yakıcı ve tahammül
edilmesi zor bir hüzün. Bu hususu İmam Ali Hazretleri Kumeyl Duasında şu şekilde
dile getirmektedir. “ Rabbim azabına sabretsem, senin fırakına nasıl sabredeyim.”
Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamlarıyla Allah’ın veli kullarının gece yarısı
arifane münacat ve yakarışlarındaki ağlama ve sızlamalarını fırakın getirdiği hüzün
ve gamın bir ifadesi olarak anlamak gerek. Arif şairlerin şiirlerinde göze çarpan
yakarış ve sızlayışı da firak ve ayrılık hüznü bağlamında değerlendirmek gerek.

 

Aşkın derdini çekmişim sorma

Hicranın zehirin tatmışım sorma

Dünyada olmuşum bir aşıkı divane

Öylesine bir dilber seçmişim sorma

Öylesine dergâhının toprağına kapılmışım

Gözyaşlarım Yağmur gibi akıyor sorma

Maşuka Ulaşmanın Hüznü Hüznü Visal

 

Muttaki insan daima Allah’a kavuşmak için bir seyr-u-süluk içerisindedir. Liqaullah
makamına ulaştığında ise kalbi hüzün ve gamla dolup taşar. Neden mahzundur, Likaullah
makamını ve lezzetini elden verme ve tekrar firaka maruz kalma korkusu. Arifi bilah
kimse Liqaullah makamına varmadan önce visal umudu ve firakın derdiyle mahzundur.
Allah’a yakınlığın ateşi hicran ve firakın üzüntüsünden daha yakıcı olmazsa daha
az değildir.

 

Yakınlığın çilesi uzaklaşmadan daha fazladır

Yakınlığın heybetinden ciğerim kan ağlar

Yakınlıkta buluşma lezzetini kaybetme kaygısı var

Uzaklıkta ise kavuşma umudundan başka bir şey yok

Marifet merdiveni ne
kadar yüksek olursa, bu oranda kaymak ve düşmek o kadar helak edici ve tehlikeli
olur. Bu bağlamda Kur’an Bel’amı Ba’urayı örnek olarak vermektedir. Bel’am duasının
kabul gördüğü bir manevi makama yükselmişti, Ancak şeytanın aldatmasına kapıldı
ve kötü şekilde yükseklerden aşağıya düştü.

 

Konuyla ilgili olarak A’raf suresi 175. Ayeti kerimede
şöyle denilmektedir: “Onlara ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini oku. O ayetlerimizden
sıyrılıp çıktı. Böylece olunca da şeytan peşine takıldı ve sonuçta azgınlardan oldu.
Bel’am hakkında çok konuşulur ve ismi sembolik bir anlam taşımakta yani doğrularını
batıl ve haksızlık için kullanan, dinini dünyasına satan kimse için Bel’am denilir.
Bela’amlar tarihte çok olmuştur. Bu özel kişinin hayat hikâyesi hakkında bir parça
bilgi versek yerinde olacaktır.

 

 Kim bu
kimse, Allah’ın mesajlarını ulaştırdığı ve onları elinin tersi ile itip en sonunda
şeytana uyan kimse. Aslında herkes olabilir. Katade, İkrime, Ebu Müslüm el Isfahani
gibi müfessirler, tabiin büyükleri burada herhangi bir özel ismin kastedilmediği
sonucuna varmışlar ki, bizce de öyledir. Her çağda bu ayetin muhatapları bulunur.
Allah’ın ayetlerini elinin tersi ile itip şeytanın peşine takılan insanlar, sadece
belli zamanlara, belli zeminlere hasredilemezler bu bir gerçek.

 

Ama ilginç değil mi, İbn Abbas, Mücahit, Hz. Ali gibi sahabenin
ve tabiinin en önde gelenleri bu ayeti tarihsel olarak bazı isimlere yormuşlar ki
bu saydığım isimlerin bu ayete atfettikleri isim; Bel’am bin Ba‘ura, Ba‘ur oğlu
Bel’am diye geçen kitabı Mukaddeste bir şahıs.

Tabii bu ayetlerin belli bir şahıs için olmayıp genel bir
karakteri seslendirdiği, dillendirdiği açık olmakla birlikte, Hz. Ali, İbn Abbas,
Mücahit gibi önde gelen isimlerin bu ayetleri tarihsel bir şahsa atfetmelerinin
de bir değeri var. Bu şahsın özelliği neydi ki bu ayetler ona atfedildi diye sormamız
gerekiyor. İşte Bel’am ın onun için özelliğinin araştırılması gerekiyor.

 

Bu Kitabı Mukaddeste hikayesi uzun uzun anlatılan, Hz. Musa
döneminde yaşamış bir ünlü arif ve alim. Gerçekten ilmi ile, irfanı ile, ameli ile
döneminde insanların tümünü geçmiş, Hz. Musa’nın getirdiği mesaja iman etmiş ve
o mesajı bulunduğu bölgede bir numara olarak temsil etme yetkisine sahip bir zat
olduğunu söylüyor Kitabı Mukaddes.

 

Ama ilginçtir, çok ilginç tarihsel bir olay yaşanmış. Bel’am bu ilmine rağmen Hz. Musa‘nın
ait olduğu İsrail oğullarına mensup değil. Oradaki Moab kabilesine mensup. Ama Bel’am ın kabilesi yine putperest
bir kabile. Bu kabile ile müminler arasında, Hz. Musa arasında bir savaş çıkıyor.
Moablılarla.
Putperest Moablılarla
müminler arasında ve Bel’am işte orada müthiş bir sınava tabi tutuluyor. Bir yanda imandaşları, inanç
yoldaşları, iman dostları, öbür yanda ırktaşları. Böyle çok ilginç bir sınav.

 

Moab Kralı Balak, Bel’am‘a haber gönderiyor.
Savaşı kayanamıyacağını, müminleri hiçbir dönemde yenemeyeceğinin farkında. Çünkü
ne kadar savaş yapmışlarsa hep Hz. Musa ve ona iman etmiş müminler tarafından yeniliyorlar.
Nasıl alabilirim savaşı. Biliyorum sen bizim putlarımızı inkar ettin, tek Allah’a
iman ediyorsun ama neye inanırsan inan, biz senin ırkındanız bize yardımcı ol. Bu
İslam ordusunu nasıl yenebilirim bana bunun bir yolunu göster. Elebis rivayetlerin
anlattığına göre, ahdi kadimde, Tevrat’ta Bel’am;

Onun bir yolu var diyor. Bu İslam ordusuna kötü kadınları
musallat et. Onlar fuhuş işlesinler, Allah’ta onlardan destek ve yardımını çeksin.
Ondan sonrası kolay, yenersin.

 

Ve dediğini yapıyorlar. Önce Moablı zaniyelere kapılan İsrail
oğulları daha sonra onların putlarına tapmaya başlıyorlar. Yani şehvetlerinin esiri
olmaları o noktada bırakmıyor, onları esiri oldukları şehvetlerin arkasına döküp
putlara tapmaya kadar götürüyor. Ve tamamen fiziki bir takım açıklamaları da mümkündür
ki zaten Tevrat bunun da ipuçlarını veriyor. Bu kadınlar aracılığı ile sunulan bir
takım mikroplu yiyeceklerle çok büyük kırılmalar, yaygın hastalıklar gerçekleşiyor
ve hatta bu kadınların fuhuş yoluyla bulaşıcı hastalık taşıyıp İsrail oğulları askerleri
arasında tedavisi zor bir yaygın hastalığa sebep olmaları da gösteriliyor. Tefsirlerde
bu gibi malumatlar da alınıyor.

 

Evet her ne ise, ama ilginç bir durum var ortada, bizden gerekçe
ile Hakka sırt dönmesi insanın. İşte Bel’am tipi bu. Sahip olduğu bilgiyi imanın
lehine değil de aleyhine kullanmak. Biz ve onlar tanımında bizim içine imanı yerleştirmeyip,
ırkı yerleştirmek.

 

Bu ayetin, ve ayetlerin daha doğrusu 75 ve 76. ayetlerin Kelbi,
Abdullah Bin amr ve daha başka müfessirler tarafından bir başka isme atfını da görüyoruz.
Ümeyye bin Ebis Salt es–Sakafi. Bu da ilginç. Ben bu isim üzerinde de birkaç cümle ile durmak isterim.
Çünkü bu isimler sadece tarihsel bir şahsiyet değil, her dönemde bulunabilecek vasıfları
üzerinde taşıyan insanlar bunlar. Yani bunlar aslında birer isim değil, birer sıfat
gibi algılamak lazım. Ve bu sıfatları kendi yaşadığınız çağda mutlaka birilerinin
üzerinde görürsünüz. Yani yaşadığınız çağın Bel’amları da vardır. Yaşadığınız çağın
Ümeyye bin Ebis Salt’ı da vardır.

Kimdir
bu Ümeyye bin Ebis Salt. Bu
Resulallah’la aynı çağı paylaşan ünlü bir şair. Çok ünlü bir şair. Hatta Kur’an
da imaen, kendisine peygamber gelseydi şu iki şehrin birinden olan adama gelirdi.
Denilen iki insandan biri. Taif’li Ümeyye Sakif kabilesinden. Yalnız ilginç olan
bu değil, Ümeyye nin düşünce ve inançlarını biz şiirlerinden öğreniyoruz.

 

Divanı
var, ama ben İbn Kuteybe’nin Eş-şiir ve Şuara’sında 3 sayfa ayırmış Ümeyye’nin şiirlerine.
Oradan yola çıkarak Ümeyye nin inançlarının ne olduğuna baktım, Ümeyye’yi tanımak
istedim. Çok ilginç bir sima ile karşılaştım. Allah’a inanıyor, bir Allah’a. Daha
Resulallah gelmeden inanıyor. Peygamberlik yokken inanıyor. Hem de Allah için şiirlerinde
İlah ül Alemin diyor.
Tüm alemlerin tek ilahı. Yine; Ferdün, Muvahhadun geçiyor
bir şiirinde. Yani Allah biriciktir, tektir, ilginç.

 

Yine
“Melik üs semavati vel ard” diyor
Allah için şiirinde. Hala peygamberimiz, peygamberlikle gönderilmemiş, ama Ümeyye
böyle şiirler yazıyor.

 

Göklerin
ve yerin melik’i, Malik’i diyor ve cennete inanıyor Ümeyye. Dar-u A‘yşin Naiymin
geçiyor bir mısraında, şiirinin bir yerinde. Nimetlerin yeri, nimetler diyarı diyor
cennet için.

Cehenneme
inanıyor. İlginçtir hiç içki koymamıştır o ağzına ve putlara inananlara da aptallar
diye sesleniyor şiirinde, ilginç.

 

Meleklere
inanıyor, şiirinden bunu anlıyoruz. Peygamberlere bile inanıyor. Çünkü şiirinde
daha önce hakikati getiren nebilerden söz ediyor.

 

Peki
şunu bekliyorsunuz değil mi? Bu kadar şeye inandığına göre bu insan Müslüman ve
Resulallah’ı kucaklaması lazım değil mi. Hey hat..! Resulallah gönderilir gönderilmez
düşman oluyor ve sahabenin dilinde adı a‘duvvullah, Allah düşmanı. İlginç.

 

Hatta
daha ilginç bir şey söyleyeyim El ıktül ferid de
okuduğumu hatırlıyorum; 8 yıl Resulallah Mekke de iken, 8 yıl Bahreyn de kalıyor
Ümeyye. Resulallah’ın peygamberliğinin 8. yılında demek oluyor tabii ki bu, Mekke’ye
dönüyor. Döner dönmez Mekkelirler onu bekliyorlar. Ona fikir danışacaklar. Döner
dönmez onu yolda karşılıyorlar ve Ebu Süfyan soruyor; Ümeyye, duydun mu; Abdulmuttalip’in
yetimi peygamberliğini ilan etti. Yüzü ekşiyor, rengi atıyor. Ne diyorsun diyorlar.

 

İlginç
bir şey söylüyor izheb fette bi’hu. git ve ona tabi ol. Böyle bir de dürüstlük
var. Lime lem tette bi’hu? Peki, sen niçin gidip de tabı olmadın, sen
niçin iman etmedin. İki cevap verdiği nakledilir. Bekleyip onun işinin sonucunu
göreceğim. Kazanırsa ondan olacağım, kaybederse öbüründen.

 

Bakın
biraz önce anlatılan örneğe çok benziyor aslında. Bir başka cevabı; Taif kadınlarına
ne derim. Sonra Taif kadınlarına ne söylerim. Yani hakikatin hakikat olduğunu
biliyor ama kibrinden hakka boyun eğmiyor.

Peygamberliği
kendisine beklermiş meğerse bu adam. Biz onu öğreniyoruz ve ilginçtir sahabe buna
aduvvullah diyor.

 

İşte
sahabe ve tabii nin müfessirlerinin bu ayetleri böyle iki isme yormaları boşuna
değil. Aslında onlarda ki bu sıfatlardan dolayı. Bu sıfatlara yakın insanları siz
her çağda görebilirsiniz. Ve ilginçtir, Ümeyye Hanifti. Hanif olmasına rağmen Resulallah’ın
nübüvvetini kabullenmedi. İki yeğeni Resulallah’la savaşarak öldü.

Bu
Ümeyye düşünebiliyor musunuz, Resulallah’ın; şiirini severek dinlediği bir adam.
Şiirini okuttuğu bir adam. Ve hatta Buhari’nin naklettiği bir habere göre; “Onun
şiiri Müslüman olmuştu.” buyuruyor
Resulallah. Ve şiiri içinden bazı mısraların hadise dönüştüğü bir adam, Resulallah’ın
dilinde hadis olduğu bir adam.

Onun
için fıtrata yabancılaşmak deyince fıtrattan söz ediliyor bu pasajda. Fıtrata yabancılaşmak
deyince görüyorsunuz, insan vicdanının üzerini örtünce bilmesi de bir şey ifade
etmiyor. Biliyor ama, bilgi onu hakikate ulaştırmıyor. Bilgiyi kötüye kullanıyor,
bilgiyi istismar ediyor. İşte Ümeyye mantığı, işte Bel’am mantığı. Devam ediyoruz.

 

Muttaki
insan sürekli olarak bel`amlaşma tehlikesi karşısında kaygı duymaktadır. Her an
sapma tehlikesinin olduğuna ve her kesi tehdit ettiğine dair Allah Resulüne mensub
bilinen bir hadisi şerifte şöyle denilmektedir.“ İnsanlar helake maruzdurlar
ancak alimler, alimler de helaka maruzdurlar ancak ilmiyle amil olanlar, ilmiyle
amil olanlar da helak olmaya maruzdurlar ancak muhlisler. Muhlisler de büyük bir
tehlikeyle karşı karşıyadırlar.“ Peygamber efendimiz bir gece eşlerinden Hazreti
Ümmus Seleminin evindeydi, Ummusseleme Sabah namazına doğru Peygamberin ellerini
duaya kaldırmış olarak ağladığını ve şu duayı okuduğunu gördü

“Allah’ım
bana verdiğin hiç bir salih ameli benden alma, Allahım beni kurtardığın kötülüklerden
hiç birini bir keza daha bana geri döndürme. Allahım bir an olsun beni kendi nefsimle
başbaşa bırakma.

 

Ummusseleme
bu durumu görünce ve Resulullahın hıçkırığını işitince kendisi de yüksek sesle ağlamaya
başladı. Peygamber ona dönerek Ya Ummusseleme neden ağlıyorsun diye sordu. Ummusseleme
neden ağlamıyayım Ey Allah’ın Resulü, annem babam sana feda olsun. Sen Allahın nezdindeki
yüce ve ülvi makamına rağmen Rabbul Aleminden seni bir an olsun nefsinle baş
başa bırakmamasını, salih amelleri sen den almamasını ve kötülükleri sana tekrar
iade etmemesini temenni ediyorsun.“ Durum böyle iken tabiki ağlamak durumundayım.

 

Allah
Resulü Ummu Seleme`nin bu cevabı üzerine şöyle buyurdu:“ Ey Ummu Seleme bana
güven verecek husus nedir? Allah Yunus İbni Metayı bir an kendi haline bıraktı,
başına gelen geldi.“ Biharu’l Envar c 16. S 217

 

 

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Post comment