Hamd Alemlerin Yüce Rabbi olan Allah’a olsun.
Bizi doğru yola hidayet eden odur. Eğer O’nun hidayeti olmasaydı doğru yola gelmiyecektik.
Ona iman ediyoruz. Ona güveniyoruz, Ona tevekkül ediyoruz, Ona
ibadet ediyor ve Ondan yardım ve medet
talebinde bulunuyoruz. Salat ve selam ise kalblerimizin mahbubu,
nefislerimizin munisi, günahlarımızın şefaatçısı ve hastalıklarımızın tabibi sevgili Peygamberimiz
Hatemul Enbiya, Rahmetenlilalemin Hz.
Muhammed Mustafa ile risaletinin ve ilminin varisi ve
sünnetinin muhafızı olan mutahhar Ehl-i Beyti ile mucadele
ve dava arakadaşlarından seçkin Ashabının üzerine olsun.
Allah’ın rahmeti ve bereketi ise tüm
müslümanların ve bilhassa burada hazır bulunan muhterem
bacılar ve değerli kardeşlerin üzerine olsun.
Başta kendi nefsim
olmak üzere hepinizi İlahi takvaya, Allah’ın emirlerine sarılmaya
ve yasaklarından ise kaçınmaya davet ediyorum.
Takva en iyi azık
cennetin anahtarı ve cehennem
ateşine karşı ise
koruyucu siperdir.
Geçen haftaki hutbemizde, İslam şeriatının ayrıntılı bir
şekilde haklar ve
sorumluluklar konusunu ele aldığını,
hatta bireysel ve toplumsal
hakların çeliştiği hususlarda
ne yapılması, insanın hakkı
ve sorumluluğunun ne
olduğu ve hangi
hakka öncelik verilmesi
gerektiğini de detaylı bir
şekilde belirlemiş olduğunu
söylemiştik. Hak dediğimizde
başkasının uhdesinde olan ve
kişinin faydasını berberinde
getiren husus demektir. Teklif
veya sorumluluk dediğimizde
ise kişinin uhdesinde
olan ve başkasına
fayda ve hak temin eden
husus akla gelmektedir.
Dolayısıyla herkesin hakkıyla başkalarının sorumluluğu
arasında bir munasebet ve
denge mevcut bulunmaktadır. Şu anlamda, kişi
toplumdaki yükümlülük ve sorumluluk
oranında hak sahibi
olmaktadır. Ayrıca adalet ve
hikmetle idare edilen bir
toplumda hak ve
sorumluluk arasındaki irtibatın tek
taraflı olmadığını söylemiştik.
Buna binaen şu sonuca
varmak mümkün: Toplumun her
bireyi toplumun diğer
bireylerine karşı hem
bir takım haklara
ve hem de yükümlülüklere sahiptir. Yani kişi yanlızca
mükellef veya hak sahibi olamaz.
Tabiki her kesin
hakkının topluma ve
diğer insanlara karşı olan
sorumluluğu nispetinde olduğu
bir gerçektir. Topluma ve başkalarına
karşı bir yükümlülük hissetmeyen ve
taşımayan kişi başkalarına
karşı bir hak iddiasında
bulunamaz.
Tabiki kişi yükümlülüğü
yerine getirebileceği bir
güç ve kuvvete sahip
olduğunda yükümlülük anlam kazanır. Yoksa kişinin güç
yettiremiyeceği bir yükümlülük hukuken bir anlam
ifade etmez. Yaşlı veya hasta
olup çalışma gücü
olmayan, hayatta bir rol
ifa etmekten aciz olan insanların
bireyler veya topluma
karşı bir sorumluluğu ve yükümlülüğü
söz konusu değildir.
Rahmet ve şefkat dini
olan İslam’ın bu grup
insanlar için de
kanun ve kuralları bulunmaktadır. İslam öğretileri
bizden bu grupta yer
alan hasta veya yaşlı insanlara
karşı azami saygı göstermemizi
ve hiç kimsenin
onların yaşam hakkını görmezlikten gelmemize
izin vermez. Nitekim konuyla
ilgili olarak Allah
Resulünün hadislerinde şöyle denilmektedir: “ Büyüklerinizi onurlandırın ve küçüklerinize mmerhamet edin” Bu hadis,
toplumun yaşlı kesiminin
tüm haklarının muhafazası ve
korunması yönünde bir
tekidtir.
İslam şeriatında hukuki
konular tüm ayrıntılarıyla dakik
bir şekilde ele
alınmıştır. Hatta namaz ve oruç
gibi ibadi konuların da hikmet ve
felsefesi açıklanmıştır. Bu vesileyle
hem birey ve hem de
toplum huzur ve
güven kazanmaktadır.
Namaz ve dua gibi
ibadetler, başta ferdi olmak
üzere, toplumsal olarak ta
huzur ve
asayışın sağlanmasında
hayati bir rol ifa etmektedir.
Bu ibadetlerin farz
kılınmış olmasının bir
sebebi de söz konusu etkileri
olabilir. Eğer insanlar
gerçek anlamda huzur ve
güveni yakalamak ve salt maddi
lezzetlerle yetinmek istemiyorlarsa, bunun yolu vahyani
dini öğretilere sarılmaktan geçer. Dini
öğretiler, bu deruni asayış
ve huzurun nasıl
elde edileceğini bize
açıklamaktalar. Bunun içindir ki
Kur’anı Kerim namazın
eda edilmesi hususunda şöyle
buyurmaktadır: “Beni anmak
hatırlamak için namaz kılın.”1
Bir başka ayeti kerimede
ise insanın huzur ve deruni emniyetinin
yegane faktörünün ancak Allah’ın zikri olduğu
beyan buyurulmuştur. “ Bilinki
ancak Allah’ı anmakla
kalpler güvene kavuşur”2 Hatta insanın tüm
sorumluluk ve mükellefiyetinin aslı
amacının insanların kendi ilahi
insani haklarına kavuşmayı hedeflediğini
söylemek mümkündür.
Sözün kısası İslam
dini gerçek mutluluk ve
saadetin yolunun şeriatın emrine
sarılmakta olduğunu beyan
etmektedir.
İlahi yükümlülüklerin tüm
yarar ve çıkarının insanlara yönelik olduğunu da
unutmamak gerek. Dini
yükümlülüklerin yerine getirilip
getirilmemesinin Allaha bir
yarar veya zarar
dokundurmadığı gün ışığı gibi açıktır. O Ğaniyi
mutlaktır ve hiç bir
mahlukata ihtiyacı yoktur.
O Samedtir ve her kes ona
muhtaçtır. Allah’ın bize belirlediği
yükümlülükler aslında bir
tabibin hastası için
yazmış olduğu reçeteye
benzer. Doktor reçetesinin faydası
hastayadır. Ona uymadığı
zamanda hasta ve bilvesile toplum zarar
görür.3 İnsan Allah’ın emirlerine
uymadığında sıratı
mustakimden uzaklaşır. Yolu
kaybeder ve kendisi zarar görür. Rahman
ve Rahim olan Allah kendi nimetini insanlara tamamlamak, sevgi ve rahmetini göstermek
için peygamberleri bir dizi
hidayet programıyla göndermiştir. Hedef insanı
hem dünya ve hem de ahirette mutlu
ve bahtiyar kılmaktır. Konuyla
ilgili olarak İmam
Ali hazretleri şöyle
buyurmaktadır:
“Münezzeh yaratıcı ve Mabutsun!
Yarattıklarını güzel imtihan etmek için
bir yurt
yarattın. Orada bir sofra
hazırladın: İçecekler,
yiyecekler, eşler, hizmetçiler, saraylar, ırmaklar, tarlalar meyveler… Sonra şu
sofraya davet eden bir davetçi
gönderdin. Fakat ne davetçiye icabet eden, ne rağbet ettirdiğine rağbet eden ve ne de
teşvik ettiğine muştak olan oldu. Yediklerinde rezil rusva
oldukları muradara yöneldiler ve sevgisinde
birleştiler.”4
___________________________________________________________________________
1-Taha 2
2-Ra’d 28
3-Molla Sadra Kur’anı Kerim Tefsiri c 2. S 49
4- Nehc-ul Belağe
109